9 Mart 2013 Cumartesi

Kitap 3: Çavdar Tarlasında Çocuklar - J.D. Salinger


Henüz lise öğrencisi olan Holden Caulfield noel tatili için Çarşamba günü eve dönecektir. Ancak haftasonu -kendisi açısından dayanılmaz olan olaylar silsilesi sebebi ile- okuldan kovulur. Çarşamba gününden önce eve gitmesi ailesinin onun kovulduğunu keşfetmesine neden olacağı için eve gitmek yerine şehirde kendince vakit geçirmeye başlar. İşte biz de kitapta Holden Caulfield'in kendisinden bu vakit geçirdiği zaman dilimini dinliyoruz. 

Holden Caulfield "Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefon ile arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir." diyor. Bu tespitin doğruluğuna katılıyorum ve kitabı bitirdiğimde arayacak kişi olarak aklıma kitabın yazarı J.D. Salinger yerine kitabın kahramanı olan Holden Caulfield geliyor. Bu da J.D. Salinger'in yaratmış olduğu karaketerin ne kadar gerçekçi olduğunu vurguluyor. 


Holden'ın küçük kız kardeşi Phoebe Caulfield ise kitapta en sevdiğim karakter. Dünyada Phoebe Caulfield gibi bir kardeşiniz varsa (ki çok şükür benim var) sırtınız kolay kolay yere gelmez ve dünya daha yaşanır bir yer olur.

Film 6: CM101MMXI Fundamentals


Cem Yılmaz baştan sona filmin (daha doğrusu gösterinin) her dakikasında güldürmeyi başarıyor. Gülerken eleştirilerinin, tespitlerinin, gözlemlerinin ne kadar da doğru olduğuna katılıyor ve gayet sert bir toplum eleştirisini mizah ile yumuşattığını görüyoruz. Kendisinin de belirttiği gibi bir de siyasi eleştiri yapsa mükemmel olacak...

Kitap 2: Hayatım - George Sand


George Sand, klasik otobiyografilerden farklı olarak kendini birebir anlatmak yerine, çocukluğundan itibaren olayların ona olan etkileri ve kendisinin de bu olaylara karşı nasıl yaklaşmış olduğu üzerinde durmuştur. Mesela, çocukluğunda korku ile ilk karşılaşmasını, ölümün ne olduğunu nasıl kavradığını ve tüm bunların ona neler hissettirdiği üzerinden kendini anlatmayı tercih etmiştir.

Kitabı okuduktan sonra neden erkek kıyafetleri giymiş olduğunu ve yine neden bir erkek ismi kullandığını da keşfetmiş oldum Lucile Aurore Dupin'in. Cinsellik ile ilgisi olmayan ve çok basit ama geçerli nedenlerle bu şekilde giyinmiş ve ismini değiştirmiş olduğunu seneler sonra öğrenmiş oldum.

Tiyatro 4: İstanbul Efendisi

Tanıtım Metni: Kendine damat beğenen bir baba kızının başka birini sevdiğini öğrenirse ne yapar? Savletî Efendi, kızının gönlüne yön vermek için cinlere perilere bel bağlamıştır... 

Musahipzade Celâl, İstanbul Efendisi ile Osmanlı'nın Lale Devri'nden sonraki gündelik yaşantısını ve sosyal ilişkilerini hicvediyor.


Diyalogları, şarkıları, oyunculukları, kostüm, makyaj ve dekoru ile dolu dolu, dört dörtlük bir oyun. Üç saat gibi uzun bir zamana sahip olsa da zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. 

Sevinç Erbulak'ın neşeli, içten, coşkulu oyunculuğu hem oyunu ne kadar benimsediğini ve sahiplendiğini gösteriyor hem de izleyenlere pozitif bir enerji saçıyor. Prensesin Uykusu filmindeki partneri Çağlar Çorumlu da yine çok başarılı. Onun olduğu sahneler en çok güldüğüm sahnelerdi. Birlikte başka güzel bir işe daha imza atmış olmalarına çok sevindim.

Prensesin Uykusu

Film 5: Lemony Snicket's A Series of Unfortunate Events (2.kez)



2005 yılında orjinal dilinde izlediğimde şu şekilde bir yorum yazmıştım; "Bu filmde oncelikle Jude Law'in narator olarak hikayeyi anlatmasi, ses tonu ve ingiliz aksanina 100 puan vererek sozu Jim Carey'e getireyim; Anti-kahraman olarak yarattigi tipleme basariliydi. Çok abartili mimikleri vardi ve olmaliydi da. Bir masaldaki kotu karakterin (hele de basrol ise) siradan, ifadesiz olmasi hata olurdu..."


8 sene sonra, Türkçe dublajlı olarak izlediğim için maalesef Jude Law'u tekrar dinleme fırsatım olamadı ancak Jim Carey hakkındaki düşüncelerim halen geçerli. Abartılı olan oyunculuğunun dozajını o kadar iyi ayarlıyor ki, bir Jim Carey filmi izlediğimizi unutturmadığı gibi yarattığı Count Olaf karakterinin özgün olmasını da sağlıyor.


Hikaye ise tam sevdiğim tarzda bir karanlık masaldı. Anneannemin anlattığı masallar gibi dinlerken eğlenmeyi, eğlenirken şaşırmayı, şaşırmışken ürkmeyi, ürkmüşken gerilmeyi, gerilmişken de bir "böö" sesiyle yine eğlendirmeyi başarıyor.

Daniel Handler'ın, Lemony Snicket mahlası (takma adı) ile yazdığı çocuk romanı serisinden uyarlanan film, detayları, diyalogları, göndermeleri ve farklılığı yakaladığı karanlık tarafı ile dört dörtlük bir film. 

Film 4: Life of Pi


Mucizelere inanmak mı yoksa hayatın gerçeklerine sıkı sıkıya bağlı kalmak mı? Bazen hayatın gerçeklerine sıkı sıkıya bağlı kalmak bir mucizeyi yaşayabilmeyi mümkün kılarken, mucizelere inanmak da hayatın gerçekliğini keşfetmeyi sağlar. 


Rasyonalist bir baba ve inançlarına bağlı duygusal bir annenin iki erkek çocuğundan biri olan Pi Patel, babasından öğrendiği gerçekçilik ve annesinden miras kalan vicdan ve duygusallığı ile hayata karşı mücadele verir. Bu mücadele ise kolay kolay rastlayacağınız türden değildir. Pi'nin Hayatı'nı doğrularınızı yeniden gözden geçirmek için mutlaka izleyin / okuyun.

Film 3: Frankie and Johnny


Özel Bir Kadın'ın (Pretty Woman) yönetmeni Garry Marchall, yine bir aşk hikayesini masalsı bir şekilde  anlatmayı başarmıştır. Johnny (Al Pacino) hapisten çıktıktan sonra bir lokantada çalışmaya başladığında, garsonlarından biri olan güzel Frankie'ye (Michelle Pfeiffer) aşık olur. Frankie de her ne kadar ondan hoşlansa da bir türlü aradaki mesafeyi kaldırmak istemez. Johnny azimle ve ısrarlı bir şekilde onun peşini bırakmamakta kararlıdır. Frankie'nin mesafeli davranışlarının ardında yatan hikayeyi keşfetmek ve aşk için nasıl mücadele edileceğinin görmek için izlenmesi gereken bir film. 




Filmde Al Pacino, Kadın Kokusu'ndaki (Scent of a Woman) tango sahnesinde olduğu gibi etkileyici ama o kadar da karizmatik olmayan bir dansa imza atıyor. Belgesellerde izlediğimiz, dişiyi tavlamaya çalışan erkeğin çabalayan dansına benzemesi sebebi ile yüzünüzde bir gülümseme ile izliyorsunuz. Johnny'nin azimli bir şekilde ikna çabasının tuzu biberidir bu dans ve aşk için de her şey mübahtır.

Film 2: Anna Karenina

.
Çok bilinen bir edebiyat eserini tekrar sinemaya uyarlanmasında bir farklılık ortaya koymanın şart olduğunu düşünerek, iç içe geçen tiyatro sahneleri gibi kurgulanmış çoğu sahne. Bu da konuya paralel olarak, görsel anlatımın da dikkatli bir şekilde takip edilmesini ve detaylardan keyif alınmasını sağlıyor. Görselliği destekleyen diğer bir unsur ise kostümler. Anna Karenina'nın hemen hemen giydiği tüm kıyafetler tablo gibiydi.
.
.
Tüm bu görsel şölen içerisinde Tolstoy'un vermek istediği mesaj ise gayet netti; Gerek aşk hayatında gerekse günlük hayatta bencillikten uzak durulması gerektiğini vurguluyordu. Anna Karenina bu anlamda kötü örneği temsil ederken, Levin ise doğru olan örneği temsil ediyordu. Hayatta her şeyin siyah ya da beyaz olmadığı gerçeğinden yola çıkarak, Oblonsky ailesi ebeveynleri üzerinden de griyi anlatıyordu. Tolstoy'a göre tercihlerimizin formülasyonunu ve bu formülasyonlardan elde edilen sonuçların özetini bu filmde izleyebilirsiniz.
.
.
Jude Law'u yaşlı ve aldatılan bir koca olarak izlemek şaşırtıcıydı. Keira Knightley ise histerik davrandığı sahnelerde oldukça başarılıydı.

2 Şubat 2013 Cumartesi

Tiyatro 3: Antigone

Tanıtım Metni: İktidarı ele geçirmek adına savaşa tutuşup birbirlerini öldüren iki kardeşten birinin gömülmesine devlet otoritesinin izin vermemesi nasıl bir toplumsal travmaya yol açar?

Güçlüler, iktidar sahipleri ne adına ve niçin yasa koyarlar?

Bu yasalar toplumun genel çıkarları için midir yoksa sadece güç ve para sahiplerinin işine gelen yasalar mıdır?

Sadece aileyi ya da bir aşireti ilgilendiren çok özel, spesifik durumlar için de yasa koymak doğru bir yaklaşım mıdır?

Ölen bir yakınına – kardeşine - nasıl bir cenaze töreni yapılmasına devlet mi karar vermelidir aile bireyleri mi?

Tanıtım metninden de anlaşılacağı gibi Sophokles'in yüzyıllar önce yazmasına karşın günümüzde halen güncelliğini koruyabilen bir konusu var Antigone'nin. Ayrıca, bir Sabahatin Ali çevirisi olması ve Kenan Işık'ın  da yönetmenliğini üstlenmiş olması oyun için oldukça iyi referanslar.  

Bu referanslardan yola çıkarak izlemeye karar verdiğim Antigone'den maalesef hiç keyif alamadım. Kostümün parçası olan başlıkların şarkı sözlerindeki gibi Antik Yunan çağına özgü yapraklardan taçlar yerine örtülerden oluşması, kıyafetlerin altına kot pantolon giyilmesi, dekorun içerisindeki dönen büro sandalyesi, şarkıların Türk Sanat Müziği tadında olması, Antigone dahil başrol oyuncularının çok az rolünün olması gibi nedenlerle eleştirel yaklaşmaktan odaklanamadığım bir oyun oldu. Her ne kadar konu heyecan ve coşku yaratmaya çok müsait olsa da anlatımın durağan kalması bu avantajı da ortadan kaldırmıştır. 

29 Ocak 2013 Salı

Kitap 1: Cat's Cradle - Kurt Vonnegut


Gece Ana, Galapagos, Mezbaha No:5, Hapishane Kuşu derken Kurt Vonnegut'ın bir kitabı daha bitti. Vonnegut'ın en sevdiğim özelliği, her ne kadar bir hikaye anlatıyor olsa da satır aralarında okuyucuya kendi aklından geçenleri de eşzamanlı aktarmayı ihmal etmiyor olmasıdır. Bu da onu romanın yazarı olmaktan çok, sanki romanı kafa kafaya vererek okuduğunuz, yorumladığınız biri gibi hissettiriyor. 

Kedi Beşiği, Hiroşima bombasının yaratıcısı olan bilim adamının, bombalamanın olduğu gün neler yaptığını anlatmak isteyen bir yazarın araştırmalarını anlatıyor. Hep ülkelerin ülkelere yaptığı eylemler olarak dile getirilen savaş halinin aslında insandan başladığını farklı bir bakış açısıyla anlatmaya çalışmış. 

Vonnegut, Galapagos kitabının önsözüne Anne Frank'ın bir sözüne yervermişti: "Herşeye rağmen, insanlarin kalben iyi olduklarina halen inaniyorum." Bu sözdeki "herşeye rağmen" kısmının tahrip ediciliği kadar, "insanların kalben iyi oldukları" kısmı da keşke aynı şiddette etkili olabilse...

Kaplan avlanır, 
Kuş uçar, 
Adam oturup "niye" diye sorar. 
Kaplan uyur, 
Kuş konar, 
Adam oturup anlamış gibi yapar. 


***

Tiger got to hunt,
Bird got to fly;
Man got to sit and wonder, "why, why, why?"
Tiger got to sleep
Bird got to land;
Man got to tell himself he understand.

27 Ocak 2013 Pazar

Tiyatro 2: Sidikli Kasabası Müzikali / Urine Town Musical


Sidikli Kasabası Müzikali, tuvalet ihtiyacının sadece umumi tuvaletlerde ve tabii ki para karşılığında karşılandığı bir kasabayı anlatıyor. Bu metafor, en temel ihtiyaçların bile parasız giderilemeyeceği bir düzenin nelere mal olduğunu gösterirken, tam tersi alternatif bir düzenin de işe yarayıp yaramayacağını sorguluyor. Güldürürken ince ince düşündüren, gözlerimizi açmaya çalışan, Küçük Sally'e "Eveeet" diye coşku ile cevap verme bilincine ve cesaretine ulaşmamızı hedefleyen idealist bir çalışma...


Oyuncuların konservatuar yıllarında oynamaya başladığı bu oyun, İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından, kadrosu ve içeriği hiç değiştirilmeden gösterime alınmış. Bu da oyuncuların arasındaki sıcak kimyanın sebebini açıklıyor. Özellikle Memur Lockstock rolündeki Doruk Şengün, Küçük Sally Berfu Aydoğan ve güzel sesi ile Hope Cladwell rolündeki Ceren Gündoğdu'yu hayranlıkla izledim. Bobby Strong'u canlandıran Nebi Birgi'nin ise diğer oyunculara göre daha abartılı bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum. Ancak bu abartı, itici olmaktan çok bir çizgi film karakteri mesela bir Disney prensini izliyormuşum gibi hissettirdi. 



Oyunun finalinden sonra, geçtiğimiz sene hayatını kaybetmiş oyuncu arkadaşları Güniz Bilge'yi anmak için başrol oyuncusu Ceren Gündoğdu bir konuşma yaptı. Çok sevdikleri ve yaşama bağlılığı ile örnek aldıkları arkadaşını anlatmaya başladığında boğazı düğümlendi. Bu durumda gözyaşlarını tutamayacağını ve devam edemeyeceğini düşündüm. Oysa o, her ne kadar naif ve kırılgan görünüyor olsa da görünüşünün tam aksine çok güçlü bir konuşma yaptı. Yaşadığı halde hiç hayatlarımıza dokunmayan kişilerin aslında öldüğünü ancak halen adı anılan, anıları anlatılan ve ölmesine rağmen halen hayatlarımıza dokunabilen kişilerin ise asla ölmediğini büyük bir içtenlikle anlattı. Çok eğlenip çok güldüğümüz bir gecede, Ceren Gündoğdu'nun konuşması aracılığı ile Güniz Bilge bizlerin de hayatına dokunarak, bizi duygulandırdı. Her ne kadar onu hiç tanımasam da kendi adıma onun hastayken bile provalara gelişindeki disiplinini ve hayata bağlılığını saygı ile anımsayacağım...

Film 1: Vanilla Sky


Başına gelenlerin bir kabus mu, şizofreni mi yoksa bir tuzak mı olduğunu ayırt edemeyen David'in (Tom Cruise) yaşadığı çaresizliği, kapana kısılmışlığı birebir izleyene de yaşatan bir film Vanilla Sky. Aynı zamanda bilinçaltına, zihne yani kendine hükmetmenin aslında ne kadar büyük bir lüks olduğunun da altını çiziyor. Bu filmi beğenenlere daha önceden çekilmiş olan Michael Douglas'ın The Game filmini öneririm.


Bu filmden sonra Tom Cruise ve Penelope Cruz'un evlenmemeleri hata olurmuş. Penelope hiç olmadığı kadar etkileyici. Belki de kendine benzer yani İspanyol bir karakteri canlandırdığı için çok doğal. Tıpkı Vicky Cristina Barcelona filminde olduğu gibi. Ne tesadüftür ki bu filmden sonra da rol arkadaşı Javier Bardem ile evlenmiştir. Vanilla Sky'da Cameron Diaz, Vicky Cristina Barcelona'da da Scarlett Johansson gibi güçlü rakiplerinden adeta rol çalmıştır.

6 Ocak 2013 Pazar

Tiyatro 1: Ölüleri Gömün / Bury the Dead - Irwin Shaw


Tanıtım Metni: "Oyun pek çok soruyu gündeme getirmektedir: Dünyanın her tarafında sürüp giden savaşların birinde vurulan askerler gömülmeyi reddederek mezarlarından kalksalar ve savaşı durdurmaya kalksalar neler olurdu? Ordu, hükümet, silah tüccarları, politikacılar, iş adamları, din adamları, medya ve sıradan insanlar bu alışılmadık ve inanılması güç isyana nasıl tepki verirlerdi? Ya kocalarını, sevgililerini, babalarını ve oğullarını kaybedenler ne hissederlerdi? Birkaç kişinin direnişi gerçekten bir şeyler değiştirmeye yeter mi?

Tüm bunlar ancak “gerçekten savaşsız bir dünyayı istiyor muyuz?” sorusuna samimi bir yanıt aramakla yanıtlanabilir. Süper Güç hakimiyetinin, bölgesel savaş ihtimallerinin, iç savaşların her an gölgesini hissettiren bir coğrafyada yaşayan bizler için Ölüleri Gömün gündemimizin tam da ekseninde oturan ürkütücü, düşündürücü ve kışkırtıcı bir oyun."

* Vermek istediği mesaj açısından oldukça etkileyici ancak bu mesajı verirken aynı etkileyiciliğe sahip olmayan bir oyun olduğunu düşünüyorum. Aynı konunun etkileyici bir şekilde anlatıldığı Güney Kore yapımı "Welcome to Dongmakgol", Fransız yapımı "Joyeux Noel" ve Çin sinemasından da "The Flowers of War" filmlerini öneririm.  

* Değişen dekorlar yerine sabit dekorun değişken kullanılması oldukça başarılıydı. Arka fondaki siyah zemin üzerine ışıklardan yıldızlar yapılmasıyla, basit ama büyüleyici bir görüntü elde edilmişti. Julia Roberts'ın "Yatağımdaki Düşman" filminde, eşinden kaçarken sığındığı kasabadaki tiyatronun dekoru da bu şekildeydi. Bu fonun önünde ise çiçekli bir salıncak vardı ve sahneyi çok güzel tamamlıyordu.  Ölüleri Gömün oyununda ise bu fonun önünde bir cephe resmedilmişti.

4 Ocak 2013 Cuma

2013


































2012 yılını Pamuk Prenses yılı ilan etmiş ve gösterime giren iki sinema filmini ve bir tiyatro oyununu izlemiştim. 2013 yılını ise en sevdiğim prenses olan Denizkızı Ariel yılı ilan ediyorum. 2013'te 3D olarak tekrar gösterime gireceğini de şimdiden duyurayım.

Film 33: Ink

Siz uyurken, rüyalarınızın iyi mi yoksa kötü mü olacağına yön veren 
rüya savaşçıları olduğunu biliyor muydunuz? 
Daha fazlası için Ink!

Kitap 14: Sessiz Ev - Orhan Pamuk

Christina's World - 1948 - Andrew Wyeth

Sessiz Ev, üç kardeşin yaz tatilinde babaannelerinin evinde kaldıkları sırada olanları ve aynı zamanda geçmişte o evde yaşananları konu alıyor. Gayet sade ve basit bir hikaye, romandaki karakterlerin iç sesleri ve iç hesaplaşmaları ile zenginleştirilerek anlatılmıştır. Hikayeden beklentim, bölümler ilerledikçe olayların biraz daha gelişmesi ve detaylandırılmasıydı. Böylelikle üç kardeşin geçmişte neler olduğunu bir şekilde öğrenmelerini ve babaannelerinin de torunları ile iletişime geçebilmesini bekledim. Ancak ilk bölüm ile son bölümü kıyasladığımda, karakterler birbirlerinin hikayelerini , dertlerini, beklentilerini halen çok az biliyor ve anlıyorlardı. Yazar, giriş - gelişme - sonuç şeklinde standart bir yol izlenmemiş  onun yerine tüm yalınlığı ile hayattan bir kesit anlatılmıştır. Orhan Pamuk'u daha önce Binbir Gece Masalları'nın önsözünde okumuş ve beğenmiştim. Sessiz Ev ile de bu beğenim arttı.

Kitaptan sevdiğim bölümler;

"Ne tuhaf aşk denen şey! Şimdiyi hiç yaşayamıyorum sanki! Bir yandan, bıkıp usanmadan gelecekte ne olacağını düşünüyor, öte yandan da bütün hareketlerini ve sözlerini anlamlandırabilmek için olup bitenleri yeniden defalarca düşünerek geçmişte yaşıyorum. Üstelik bunun, o aşağılık heriflerin aşk diye böbürlendikleri şey olup olmadığını bilmiyorum bile. Ama ne önemi var! Yastığın serin yanını arayarak, kızışan yanaklarımı ve düşüncelerimi ferahlatmaya çalışacağım o uykusuz geceler bitsin yeter!"

"...yeniden başlayan yağmur altında aşka ilişkin karmakarışık düşünceler geçirdim aklımdan, bu felaket ve yıkıntı duygusunu yücelttikleri için şairlere ve sarkıcılara lanet okudum. Ama sonra bu duyguda da, insanin alışıp sevmek istediği bir yan olduğunu sezdim ve tiksindim. Sanki, sonra ne olacak diye merak ettiğim için sevdiğim birinin ölümünü, ya da sırf seyir zevki için, bir evin yanıp yıkılmasını gizliden gizliye istiyor, bu sapık isteklerden de suçluluk duyuyordum. Felaket duygusuna vakit geçtikçe daha çok gömüldüğünün farkındayım."

"...hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna bitince yeniden başlayamazsın ama elinde bir kitap varsa, ne karışık ve anlaşılmaz olursa olsun, o kitap bittiği zaman anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin."