22 Eylül 2012 Cumartesi

Film 24: The Flowers of War


Geling Yan'ın romanından uyarlanan film, Japonların Nanjing çıkarması sırasında Çin'de yaptıkları katliamları konu alıyor. Diğer savaş filmlerindeki gibi ordular tarafından yapılan planların, taaruzların ve muharebelerin anlatılması yerine, savaş sırasında Çin'deki bir kilisede yaşananlar üzerinden büyük resim gösterilmeye çalışılmıştır. 

Nanjing'deki bu kilisede, Çinli kız öğrenciler ve kilisenin ölen rahibinin yardımcısı olan bir çocuk vardır. Amerikalı bir cenaze levazımatçısının da yolu bu kiliseye düşünce, öğrenciler onu kendilerini Nanjing'ten çıkarması için ikna etmeye çalışırlar. Ancak o, Japon askerlerinin insafsızlığını bildiği için bu teklife pek sıcak bakmaz. Tam bu sırada, kiliseye bir de Çinli hayat kadınları sığınır. Onlar da Amerikalı'dan aynı şeyi talep ederler. Başta Çinli kızlar ile hayat kadınları arasında çekişmeler olsa da, Japon askerlerinin kiliseye saldırması ile birlikte, asıl düşmanın dışarıda olduğunu tekrar anımsarlar ve oradan kaçış planları için birlikte hareket etmeleri gerektiğini anlarlar. 



Filmin konusu kadar görsel anlatımı da olağanüstüydü. Görselliğin bu kadar iyi olmasında hayat kadınlarının güzelliği ve birbirinden renkli kıyafetlerinin etkisi fazla olsa da, yönetmen Yimou Zhang bir çatışma ya da bir bombalama sahnesinde bile renkleri ustalıkla kullanarak, diğer savaş filmlerine göre yine farklılık yaratmıştır.


Yimou Zhang'ın daha önce üç kez izlediğim ve en sevdiğim aşk filmleri arasında olan "House of Flying Daggers" filmi için yorumum: http://oceanlandtoo.blogspot.com/2011/01/film-4-house-of-flying-daggers-3kez.html

Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali Belgeseli Gösterime Giriyor...


"Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali" isimli bir belgeselin gösterime girdiğini okuduğumda, sevdiğim bir yazarın yaşam hikayesini (maalesef kötü bir şekilde sonlandığını bilsem de) izleme şansı yakalayacağım ve henüz onu okumamış kişilerin de onu keşfedebilecek olması sebebi ile çok sevindim.

Sabahattin Ali'nin okuduğum ilk romanı Kürk Mantolu Madonna'ydı. Bu kitabı okuduktan sonra, sizin için önemi olsun ya da olmasın, tanıyın ya da tanımayın etrafınızdaki herkese "Acaba onun da böyle bir hikayesi var mıdır?" diye bakarken buluyorsunuz. Sadece kendi bakış açımız ile insanları yorumlamanın, belirli kalıplara sokmanın kendimizi kandırmaktan başka bir şey olmadığını da çok nazikçe yüzümüze vuruyor bu romanı ile...


Kürk Mantolu Madonna'dan sevdiğim bölümler;

"Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!"

"Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte tarafı hep teferruattı. "

"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insani hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldigimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?"

"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar."

"Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir."


Sabahattin Ali'nin okuduğum bir diğer romanı ise "Kuyucaklı Yusuf"tur. Bu kitabın konusunu ve karakterlerini, Emily Bronte'un "Uğultulu Tepeler" romanındakilere benzetmiştim. Farklı kültür, farklı zaman ve farklı diller ile yazılmış bu romanların ortak yönlerini bir tek ben mi farkettim diye merak ederek, bir araştırma yapmış ve Nihan Kaya'nın Fildişi Kuyu isimli kitabında bu benzerliğe yer verilerek bir karşılaştırma yapılmış olduğunu görmüştüm.

Kuyucaklı Yusuf'tan sevdiğim bölümler:

"Çocuğun bu metaneti orada bulunanların kalbini parçalıyordu. Zaten, bir felakete sükûn ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir. Kuru ve sabit gözlerin arkasında, nasıl bir ateşin yandığı; yavaşça inip kalkan göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için, insan mütemadi bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür..."

"Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkan ile evlenirler. Tabii bu evlenmede herhangi bir müşterek hayattan ziyade, erkek için evde bir kadın bulunması; kız için de 'münasipçe bir kısmet' varken kaçırılmaması düşünülmüştür.."

"...Anası onu gezmeye götürürken bir saat saçlarını düzeltmeye uğraştığı halde, ne anasının ne babasının aklına bu kafanın içi ile meşgul olmak düşüncesi gelmemişti. Onlar işportaya konulan bir elma gibi onu süsleyip temizlemişler, parlatmışlar, sonra yağlı bir müşteriye okutmuşlardı. Kız yetiştirmekten gaye bu değil miydi?"

Son olarak Sabahattin Ali'nin "İçimizdeki Şeytan" kitabını okuyup, tüm romanlarını tamamlamış olduktan sonra "Sabah Yıldızı" belgeselini izlemek istiyorum. 

Kitap 9: Montaigne - Denemeler


Montaigne, Denemeler'inde sadece ve sadece kendini anlatmak istemiştir. Bunu kendini beğenmişlikten ya da anlatacak çok hikayesi olduğundan değil, hayatı boyunca kendini gözlemleyip, çözmeye çalışması ile paralel olarak tespit ettiklerini paylaşmak istediğindendir. 

Gerçekten durup düşününce, bir çok film izliyor, bir çok kitap okuyor, tonlarca şeye şahit oluyor ve gözlemliyoruz. Ancak hep karşı tarafı anlamaya, yorumlamaya, çözmeye çalışıyoruz. Kendimizi ise kendi dışımızdakiler kadar iyi gözlemlemiyor, bir başka ifade ile üçüncü bir göz ile kendimizi dıştan hemen hemen hiç göremiyoruz. Denemeler'in bu anlamda bir yol gösterici ve Montaigne nazırında kişinin aslında kendi farkındalığını anlaması açısından da oldukça faydalı olduğunu düşünüyorum.

Denemeler'den sevdiğim bir bölüm;

Mutluluğun Bize Göreliği

Zenginlik bize ne iyilik eder, ne kötülük: Her ikisi için de malzeme verir bize. Ondan daha güçlü olan ruhumuz ve malzemeyi dilediği gibi evirir, çevirir ve kullanır; mutlu ya da mutsuz oluşunun tek nedeni ve sorumlusu kendisidir. 

Dış varlığımız tadını ve rengini iç varlığımızdan alır; nasıl ki giysilerimiz bizi kendi sıcaklıklarıyla değil bizim sıcaklığımızla ısıtırlar: Onu koruyup beslemektir yalnız görevleri. Onları soğuk bir bedene giydirirseniz, soğukluğu korur ve beslerler: Kar ve buz öyle saklanır...

Hiçbir şey kendiliğinden ne o kadar üzücüdür, ne de zor. Bizim gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu niteliği veren. Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için onlara göre bir ruhumuz olması gerekir; yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Doğru bir kürek suda eğri görünür. Önemli olan bir şeyin görülmesi değildir yalnız, nasıl görüldüğü de önemlidir. 

21 Eylül 2012 Cuma

Film 26: Snow White and the Huntsman


Bu senenin başında 2012 yılını "Pamuk Prenses Yılı" ilan etmiş ve önceden haberdar olduğum ve beni çok heyecanlandıran tüm yapımları izleme kararı almıştım. İş Sanat tarafından sahnelenen Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Müzikali ile başladım, Mirror Mirror filmi ile devam ettim ve Snow White and the Huntsman filmi ile de artık sonlandırmış oldum.

"Mirror Mirror" filmi hikayeyi aşırı eğlenceli anlatmayı seçerken "Snow White and the Huntsman" filmi de aşırı ciddi anlatmayı seçmiş ve bana göre her ikisi de gerçek hikayeyi tam anlamıyla vermekte başarılı olamamışlardır. 

Oysa ben, tıpkı Anneannemin anlattığı masalları dinlerken ki gibi eğlenirken şaşırmayı, şaşırmışken ürkmeyi, ürkerken gerilmeyi, gerilmişken de bir "böö" sesiyle yine eğlenmeyi bekliyordum ama olmadı.


Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Müzikali hakkındaki yorumum:

Mirror Mirror hakkındaki yorumum:

Film 25: Listen to Your Heart


İşitme engelli bir kız (Ariana) ile müzisyen bir gencin (Danny) aşk hikayesinin anlatıldığı ve film isminin de bu sebeple çok anlamlı olduğu duygusal bir film. 

Özellikle Danny'nin hayata bakışını, hem kendi yaşamını hem de başkalarının yaşamını anlamlı hale getirmesini (sürekli sol omzundan ona yoldan çıkmasını fısıldayan yüzeysel ve muzip arkadaşına rağmen), doğru bildiği yoldan ve tarzdan hiç ödün vermemesini çok sevdim.

20 Eylül 2012 Perşembe

Film 23: Pulp Fiction


Pulp Fiction, özellikle diyalogları açısından beni benden alan bir film oldu. İzlemekten çok sesli kitap dinliyormuşum gibi hissettim çoğu yerde. Tabi böyle söylemekle filmde yaratılmış karakterlere ve onlara hayat veren oyunculuklara da haksızlık etmek istemem. Her anlamda dopdolu bir filmdi. Halen benim gibi izlememiş olanlar varsa Tarantino'nun bu başyapıtını kaçırmasın.