24 Şubat 2012 Cuma

Film 11: The Artist

Daha önce 1956 yapımı olan "The King and I" filmini beyaz perdede izleme şansına sahip olduğumda da kendimi şanslı hissetmiştim. Bu sefer 2000'li yıllarda sessiz sinema deneyimi yaşama şansı vermesi açısından "The Artist" benim için daha en başından beri heyecan vericiydi...

Film başladığında da bu heyecanım devam etti. Beni tam olarak neyin beklediğini bilmeden sinema perdesine bakıyor, sinemanın içerisinde başka bir sinema görüyordum. İç içe geçmiş bu sahnenin büyüsü inanılmazdı. Bu şekilde zekice tasarlanmış olan pek çok ayrıntı ve kurguyu takip ederken filmin sessiz olduğunu zaman zaman farketmedim bile.

Filmin konusuna gelince, daha önce izlemediğimiz, yepyeni bir hikaye değildi açıkçası. Aksine hem yerli hem de yabancı sinemada sık sık rastladığımız türden bir hikayeydi. Bana bu nokta Moulin Rouge filmini anımsattı. Moulin Rouge alışılmış bir aşk hikayesini başta şarkılar ve oyunculuklarla nasıl unutulmaz bir müzikale çevirdiyse, The Artist filmi de sesli filme alışkın olan bizlerin dikkatini hep beyaz perdede tutacak bir anlatım ile bilindik bir hikayeyi büyüleyerek aktarmıştır.

Ayrıca kıyafetler, mekanlar, arabalar dünyanın eskiden daha eli yüzü düzgün ve medeni olduğunu da gözler önüne seriyordu. Her bakımdan eskiye özlem ve saygı ile baktıran bir filmdi.

23 Şubat 2012 Perşembe

Kitap 3: Guardians of Being

Basit illüstrasyonlar ve basit cümleler yardımı ile hayata dair güçlü öğütler veren bir kitap.

Minik bir köpek ya da kediciğin günlük telaşsız ama bilinçli hayatlarını gözler önüne sererek, bizlere "neden bu koşuşturmaca?" diye yine basitçe bir soru sormakta ancak kolayca cevap verilememektedir.

En sevdiklerim;


Film 10: Crazy Stupid Love


Keyifli zaman geçirmek, kendinize ve ilişkinize gerekli özeni gösterip göstermediğinizi sorgulama bilincine ulaşmak, aşkın farklı hallerini görmek ve birbirinden iyi oyunculukları izlemek adına bu filmi sakın kaçırmayın.


Filmde ayrıca Kevin Bacon ile karşılaşmak da oldukça keyifli oldu. Unutmuş olduğum "6 adımda Kevin Bacon" oyununu tekrar anımsattı. Pennsylvania Üniversitesi, geliştirdiği bir oyun ile dünyadaki her oyuncunun 6 ya da daha az adımda Kevin Bacon ile bağlantısı olduğunu göstermektedir. Şuradan istediğiniz bir oyuncunun ismini yazarak Kevin Bacon'a maksimum 6 adımda ulaşabilirsiniz ;)


http://oracleofbacon.org/

Örneğin: Kevin Bacon to Ediz Hun


Crazy Stupid Small World!

19 Şubat 2012 Pazar

Belgesel 6: Extraordinary Women - Hedy Lamarr - 4/13

Hedy Lamarr (1913-2000) Avusturyalı aktris ve bilim insanı
“Beni ikinci sınıf gören bir adamla evlenmekten vazgeçmeliyim.”

Olağanüstü bir güzelliğe sahip olan Hedy Lamarr, Avusturyalı Yahudi bir ailenin kızıdır. Daha küçük yaşlarda sahne sanatları ile tanışır. Genç kız olduğunda ilk sevişme sahnesinde rol alması sebebi ile tabir yerindeyse bu anlamda sinema tarihine geçer.

19 yaşında ise ilk evliliğini yapar. Eşinin kendisine vermiş olduğu zenginlik ve lüksün kaynağı II.Dünya Savaşı'na silah sağlamasıdır. Hem bu etken hem de yaşadıkları problemler evliliklerinin bitmesine neden olur. Avrupa'da Yahudi ailelere geçit bırakmayan Hitler döneminde korumasını kaybeden Hedy Lamaar, Amerika'ya iltica etmek zorunda kalır. Amerika'ya gider gitmez ise Hollywood tarafından keşfedilip, kısa sürede başrole kadar yükselir.

Amerika'da yaşadığı dönem içerisinde 6 kez evlenmiş ve tüm evlilikleri de boşanma ile sonuçlanmıştır. Bu evliliklerinden iki çocuğu ve evlatlık edindiği bir oğlu olmuştur.

Eşlerinden daha çok onun hayatına etki eden erkek, dönemin asi bestecisi ve piyanisti George Antheil olmuştur. George Antheil'in 16 farklı piyanonun aynı anda çalınması ile ortaya çıkacak besteler yapması, Hedy Lamarr'ın sadece bir akstrist olmaktan öte bir mucid olarak anılmasını sağlamıştır.

Nasıl mı?

Hedy Lamarr muhtemelen ilk evliliği sırasında öğrendiği silahlar ile ilgili bilgilerden yola çıkarak, füzelerin sinyallerinin tıpkı 16 farklı piyanodan çıkan sesler gibi hiçbir radara takılmadan hedefe ulaşabileceğine inanıyordu. Bu konudaki düşüncelerini George Antheil'e açmış ve birlikte çalışma yaparak, Pearl Harbor sonrası Amerika'nın Japonya'dan intikam alması için bu yöntemin kullanılabileceğini dile getirmişlerdir. Pentagon minnettarlığını iletse de bu öneriyi rafa kaldırmıştır.

Bu noktada iki sanatçının bir silah üretmek için neden kafa patlattığını bir türlü anlayamıyorum. Özellikle Hedy Lamarr'ın bir savaş mağduru olarak savaşa hizmet etme gibi bir davranış sergilemesini de ilginç buluyorum.

Yine de "her şerde bir hayır vardır" misali Hedy Lamarr, artık geçim sıkıntısına düştüğü ve unutulmuş bir Hollywood yıldızı olarak yaşamaya başladığı dönemlerde cep telefonları piyasaya sürülür. Ancak yüzyılın icadının bir kusuru vardır: Yolda giderken konuşan kişilerin sinyallerinin birbirine karışması onu kullanılamaz hale getirmekteydi. Bu noktada Hedy Lamarr'ın icadı olan "frekans atlamalı yaygın spektrum" 20 yıldan sonra kullanım imkanı bulmuştur ve Hedy Lamarr'a tekrar özlediği şöhret ve serveti geri getirmiştir.

Film 9: Intouchables

Gerçek bir yaşam hikayesi olduğunun altını çizerek başlayayım yazıma. Çünkü boyundan aşağısı felçli zengin bir adam (Philippe) ile fakir zenci bakıcının (Driss) kurdukları dostluk ancak filmlerde rastlanacak türdendi.

Baştan sona yüzümde gülümseme, içimde ise bir sorgulama ile izledim.

Gülümsemenin nedeni; Driss'in hayata bakışını bakıcılığına yansıtarak, Phillpe'in hayattan tam anlamıyla zevk almasını sağlarken, sanatın pek çok dalına da kendince göndermeler yapmasıydı.

Sorgulamanın nedeni ise Philippe'in durumunda olan kişilerin hayatlarının ne kadar zor olduğunu düşünmemdi. Philippe şanslıydı çünkü hem çok iyi şartlarda bakılmasını sağlayacak maddi güce hem de geç buluşmuş olsalar da Driss gibi manevi bir desteğe sahipti. Umarım bu ve benzeri durumlarda olan herkes onun kadar şanslı olur ve herşeye rağmen tam anlamıyla yaşama dahil olabilirler...

12 Şubat 2012 Pazar

Belgesel 5: Extraordinary Women - Wallis Simpson - 3/13

Wallis Simpson (1896-1986) Amerikalı sosyalist
“Asla çok zengin veya çok ince olamazsınız”

"Olağanüstü Kadınlar" belgeselinin bu seferki ismi Wallis Simpson'du. Babasını kaybetmiş olması sebebiyle amcasının himayesinde Oldfield School isimli o dönemin örnek genç kızlarını yetiştiren bir okula gitmiştir. Okuldan sonraki hedefi katıldığı balolarda sosyetik bir eş bularak geleceğini garanti altına almaktı.

İlk evliliğini 20 yaşında yapmış ancak gördüğü şiddet sebebi ile evliliğini sonlandırmıştır. İkinci evliliğinde belirgin bir problem olmamasına karşın Galler Prensi 8. Edward ile tanışmasının ardından onunla yaşadığı ilişki bu evliliğin de sonunu getirmiştir. O dönemde boşanmalar hiç hoş karşılanmıyorken Edward'ın onunla evlenmek istemesi tüm Kraliyet ailesini ve halkı ayağa kaldırmıştır. Üstüne üstlük kralın ölümü ile birlikte artık Edward kral olmuştur.

Edward, hiçbir şekilde Wallis ile olan ilişkisinden kaçmamış bilakis onun için ve kendi mutluluğu için mücadele etmiştir. Mücadelenin boşa olduğunu anladığı noktada da tacından vazgeçmiştir. Kaybedecek hiçbirşeyi olmayan Wallis halkın tepkisinden korkup, Edward'a böyle birşeyi yapmamasını söylese de Edward doğru bildiği ve hissettiği şeyi yapmıştır. 800 yıldan sonra tacını ve tahtını bırakan ilk kral olmuştur.

Windsor dükü ve düşesi olarak 20 yıl kadar süren evliliklerinde kraliyet ailesi Wallis'i tanımamakta direnmiştir. Buna rağmen sürgünde mutlu bir yaşam sürmüşlerdir.

Wallis, Edward'ın ölümünün ardından ilk kez saraya çağrılmış ancak arka kapıdan içeri alınmıştır. Kendi ölümünden sonra da eşinin yanına defnedilirken ilk kez Windsor düşesi payesi tabutunun üzerinde yeralmıştır.

Bana göre belgesel bu sefer olağanüstü bir kadın yerine olağanüstü bir erkeği anlatıyordu.

Belgesel 5: Extraordinary Women - Wallis Simpson - 3/13

Wallis Simpson (1896-1986) Amerikalı sosyalist
“Asla çok zengin veya çok ince olamazsınız”

"Olağanüstü Kadınlar" belgeselinin bu seferki ismi Wallis Simpson'du. Babasını kaybetmiş olması sebebiyle amcasının himayesinde Oldfield School isimli o dönemin örnek genç kızlarını yetiştiren bir okula gitmiştir. Okuldan sonraki hedefi katıldığı balolarda sosyetik bir eş bularak geleceğini garanti altına almaktı.

İlk evliliğini 20 yaşında yapmış ancak gördüğü şiddet sebebi ile evliliğini sonlandırmıştır. İkinci evliliğinde belirgin bir problem olmamasına karşın Galler Prensi 8. Edward ile tanışmasının ardından onunla yaşadığı ilişki bu evliliğin de sonunu getirmiştir. O dönemde boşanmalar hiç hoş karşılanmıyorken Edward'ın onunla evlenmek istemesi tüm Kraliyet ailesini ve halkı ayağa kaldırmıştır. Üstüne üstlük kralın ölümü ile birlikte artık Edward kral olmuştur.

Edward, hiçbir şekilde Wallis ile olan ilişkisinden kaçmamış bilakis onun için ve kendi mutluluğu için mücadele etmiştir. Mücadelenin boşa olduğunu anladığı noktada da tacından vazgeçmiştir. Kaybedecek hiçbirşeyi olmayan Wallis halkın tepkisinden korkup, Edward'a böyle birşeyi yapmamasını söylese de Edward doğru bildiği ve hissettiği şeyi yapmıştır. 800 yıldan sonra tacını ve tahtını bırakan ilk kral olmuştur.

Windsor dükü ve düşesi olarak 20 yıl kadar süren evliliklerinde kraliyet ailesi Wallis'i tanımamakta direnmiştir. Buna rağmen sürgünde mutlu bir yaşam sürmüşlerdir.

Wallis, Edward'ın ölümünün ardından ilk kez saraya çağrılmış ancak arka kapıdan içeri alınmıştır. Kendi ölümünden sonra da eşinin yanına defnedilirken ilk kez Windsor düşesi payesi tabutunun üzerinde yeralmıştır.

Bana göre belgesel bu sefer olağanüstü bir kadın yerine olağanüstü bir erkeği anlatıyordu.

Kitap 2: Kediler Güzel Uyanır - Yekta Kopan

Normalde bir kitabı bitirmeden diğer bir kitaba başlayamam. Kitabı okuma süreci içerisinde o kitabın dünyasında yaşarım ve o dünyanın başka dünyalarla karışmasına izin vermek istemem. Fakat bugün işler değişti. Okumakta olduğum bin küsur sayfalık "Atlas Silkindi" kitabını bitirmek uzun zaman alacağı için başka kitapları okuma zamanımı azalttığını düşünerek içten içe huzursuzlanıyordum. Onun için bu Pazar sabahına özel bir kaçamak yapmaya karar verdim. Kütüphanede canım kardeşimin armağan ettiği "Kediler Güzel Uyanır" kitabı ile göz göze geldiğimde kitabın içerisinde yazan şu öyküden haberdar değildim:

Aşk mı? O da ne?

Beklenmedik bir an'da, bir kitapla yaşadığın şaşırtıcı buluşma. Kütüphanede, rafta, çalışma masasında öylece durmakta, seni beklediğini bilmeden; zaten sen de farkında değilsin yaşanacakların. Karşılaşıyorsunuz. O senden daha cesur, sınırları yok. Sonrası kendiliğinden geliyor. Mutlusunuz. Hepsi bu.

Sonrası kendiliğinden geldi... Yazarın zihnine yaptığım 2,5 saatlik yolculukta şaşırdım, gülümsedim, hüzünlendim ve onun zihninin sınırları içerisinde dolaşmış olmaktan ötürü teşekkür etmek için sadece ona ait olan bir yazı yazmak istedim.

"Yekta Kopan" için

Bir çok ortak nokta vardı zihninizle zihnim arasında. Basit şeyler için bazı şeylerden feragat etmek, diyet ödeme kararı almak (makarna yememek yerine kağıt falı bakmamak), bazı sonuçları değiştirmek adına kendi kendine konulan kurallara uymak (kapıdan yola kadar olan mesafeyi 7 adımda gitmek yerine 1 hafta yemeklere tuz atmamak), rüyaları sadece rüya olarak değil hayatın esas parçalarından biri olarak görmek gibi...

Öykülerinizi okudukça gözlemleriniz detayı karşısında şaşırdım, ürktüm. Sadece bakmıyor her şeyi en ince detayına kadar görüp, o detayları diğer detaylar ile harmanlayarak ortaya koyuyorsunuz. Bu da koldaki eski bir saat kayışını, ensedeki bir et benini, yoldaki bir reklam panosunu, kahve fincanının kenarındaki lokumu hatta kılcal damarları farklı bir boyutta anlamlandırıyor ve "meğer gözümün önünde olup, göremediğim ne çok şey varmış" dedirtiyordu.

Her öykü için ayrı ayrı teşekkürler...

Sonuç: Mutluyum. Hepsi bu.

Kitap 2: Kediler Güzel Uyanır - Yekta Kopan

Normalde bir kitabı bitirmeden diğer bir kitaba başlayamam. Kitabı okuma süreci içerisinde o kitabın dünyasında yaşarım ve o dünyanın başka dünyalarla karışmasına izin vermek istemem. Fakat bugün işler değişti. Okumakta olduğum bin küsur sayfalık "Atlas Silkindi" kitabını bitirmek uzun zaman alacağı için başka kitapları okuma zamanımı azalttığını düşünerek içten içe huzursuzlanıyordum. Onun için bu Pazar sabahına özel bir kaçamak yapmaya karar verdim. Kütüphanede canım kardeşimin armağan ettiği "Kediler Güzel Uyanır" kitabı ile göz göze geldiğimde kitabın içerisinde yazan şu öyküden haberdar değildim:

Aşk mı? O da ne?

Beklenmedik bir an'da, bir kitapla yaşadığın şaşırtıcı buluşma. Kütüphanede, rafta, çalışma masasında öylece durmakta, seni beklediğini bilmeden; zaten sen de farkında değilsin yaşanacakların. Karşılaşıyorsunuz. O senden daha cesur, sınırları yok. Sonrası kendiliğinden geliyor. Mutlusunuz. Hepsi bu.

Sonrası kendiliğinden geldi... Yazarın zihnine yaptığım 2,5 saatlik yolculukta şaşırdım, gülümsedim, hüzünlendim ve onun zihninin sınırları içerisinde dolaşmış olmaktan ötürü teşekkür etmek için sadece ona ait olan bir yazı yazmak istedim.

"Yekta Kopan" için

Bir çok ortak nokta vardı zihninizle zihnim arasında. Basit şeyler için bazı şeylerden feragat etmek, diyet ödeme kararı almak (makarna yememek yerine kağıt falı bakmamak), bazı sonuçları değiştirmek adına kendi kendine konulan kurallara uymak (kapıdan yola kadar olan mesafeyi 7 adımda gitmek yerine 1 hafta yemeklere tuz atmamak), rüyaları sadece rüya olarak değil hayatın esas parçalarından biri olarak görmek gibi...

Öykülerinizi okudukça gözlemleriniz detayı karşısında şaşırdım, ürktüm. Sadece bakmıyor her şeyi en ince detayına kadar görüp, o detayları diğer detaylar ile harmanlayarak ortaya koyuyorsunuz. Bu da koldaki eski bir saat kayışını, ensedeki bir et benini, yoldaki bir reklam panosunu, kahve fincanının kenarındaki lokumu hatta kılcal damarları farklı bir boyutta anlamlandırıyor ve "meğer gözümün önünde olup, göremediğim ne çok şey varmış" dedirtiyordu.

Her öykü için ayrı ayrı teşekkürler...

Sonuç: Mutluyum. Hepsi bu.

7 Şubat 2012 Salı

Belgesel 4: Extraordinary Women - Coco Chanel - 2/13

Coco Chanel (1883-1971) Fransız moda tasarımcısı
“Sadelik gerçek şıklığın anahtarıdır”

NTV'nin 13 hafta boyunca her Pazar akşamı yayınlayacağı "Olağanüstü Kadınlar" belgeselinin ikinci bölümü, Coco Chanel'e ayrılmıştı.

Koskoca Chanel markasının kuruluşunun ardında Fransa'da fakirlik içinde doğmuş Gabrielle isimli bir gençkızın olduğunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da gerçek böyledir. Gabrielle ilk önce fakirliği yenmek adına daha sonra da kendine bir meslek edinmek adına oldukça uğraş vermiştir. Bu uğraşı sırasında Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarına da tanıklık etmiştir. Birinci Dünya Savaşı ona çok güzel bir geleceğin kapılarını açarken, İkinci Dünya Savaşı ise açılan kapıların yüzüne kapanmasına neden olmuştur.

Nasıl mı?

Birinci Dünya Savaşı'nda, ülkedeki erkeklerin büyük bir çoğunluğunun savaşa gitmesi sebebi ile her türlü günlük iş kadınlar tarafından yapılmaya başlanmıştı. Ancak o dönemin kabarık giysileri, korseleri, fırfırları kadınların erkekler gibi pratik hareket etmesine engel oluyordu. Bu sebeple, Coco Chanel kadınlara kolayca hareket edebilecekleri sade elbiseler tasarlamıştı. Gözlemleri sonucu farklılık yaratabilme ve bu sayede de tanınma şansı yakalamıştı. İkinci Dünya Savaşı'na kadar da yükselişi tüm hızıyla devam etmiştir.

İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerin Ritz Carlton Oteli'ni karargah olarak kullanmaya başlaması ile birlikte bu oteldeki birçok mağaza kapanmak zorunda kalmıştır. Coco Chanel'in butiği hariç. Bunun nedeni ise Coco Chanel'in bir Alman komutan ile aşk yaşıyor olmasıydı. İşin kötü yanı, sevgilisine bilgi sağlamak için kendi çevresinden önemli bilgiler toplamaya çalışmasıydı.

Savaşın ardından Almanlara yardım eden (etmek zorunda kalan) tüm kadın ve erkekler meydanlarda saçları sıfıra vurularak, çıplak bir şekilde sürüklenmiş, ihanetlerinin bedeli halk tarafından ödetilmeye çalışılmıştır. Coco Chanel ise casusluğu sebebi ile karakola ifade vermeye çağrılmış, herhangi bir ceza almadan serbest kalmıştır. Ancak halk onun tasarımlarını boykot ederek yine de onu cezalandırmıştır. İsviçre'ye taşınmak ve orada yalnız bir yaşam sürmek zorunda kalmıştır.

Senelerce, bir zamanlar kasıp kavurduğu moda dünyasını uzaktan izlemiştir. Ta ki Paris'te bir defile düzenlemeye karar verinceye kadar. Onu bu defileyi düzenlemeye iten güç ise, kadınlar için tekrar abartılı bir moda yaratılmış olmasıydı. Gerçek şıklığın anahtarı olan sadelik ile buna karşı çıkacak ve tepkisini gösterecekti. Bu son defilesinde her ne kadar tasarımları başarılı olsa da Parisliler tarafından yine kabul görmemiştir. Fakat çalışan Amerikan kadınları tarafından farkedilen bu sade tasarımlar, Chanel markasının tekrar güçlenmesini ve zirveye çıkmasını sağlamıştır.

Başarı zamanla herşeyi unutturmuş ve Chanel markası birçok zorluğu geride bırakarak bugüne kadar gelmiştir.

Her sabah kullandığım Coco Chanel Mademoiselle parfümünü elime aldığımda artık güzel kokmak dışında başka şeyleri de düşünüyor oluyorum...


Belgesel 4: Extraordinary Women - Coco Chanel - 2/13

Coco Chanel (1883-1971) Fransız moda tasarımcısı
“Sadelik gerçek şıklığın anahtarıdır”

NTV'nin 13 hafta boyunca her Pazar akşamı yayınlayacağı "Olağanüstü Kadınlar" belgeselinin ikinci bölümü, Coco Chanel'e ayrılmıştı.

Koskoca Chanel markasının kuruluşunun ardında Fransa'da fakirlik içinde doğmuş Gabrielle isimli bir gençkızın olduğunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da gerçek böyledir. Gabrielle ilk önce fakirliği yenmek adına daha sonra da kendine bir meslek edinmek adına oldukça uğraş vermiştir. Bu uğraşı sırasında Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarına da tanıklık etmiştir. Birinci Dünya Savaşı ona çok güzel bir geleceğin kapılarını açarken, İkinci Dünya Savaşı ise açılan kapıların yüzüne kapanmasına neden olmuştur.

Nasıl mı?

Birinci Dünya Savaşı'nda, ülkedeki erkeklerin büyük bir çoğunluğunun savaşa gitmesi sebebi ile her türlü günlük iş kadınlar tarafından yapılmaya başlanmıştı. Ancak o dönemin kabarık giysileri, korseleri, fırfırları kadınların erkekler gibi pratik hareket etmesine engel oluyordu. Bu sebeple, Coco Chanel kadınlara kolayca hareket edebilecekleri sade elbiseler tasarlamıştı. Gözlemleri sonucu farklılık yaratabilme ve bu sayede de tanınma şansı yakalamıştı. İkinci Dünya Savaşı'na kadar da yükselişi tüm hızıyla devam etmiştir.

İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerin Ritz Carlton Oteli'ni karargah olarak kullanmaya başlaması ile birlikte bu oteldeki birçok mağaza kapanmak zorunda kalmıştır. Coco Chanel'in butiği hariç. Bunun nedeni ise Coco Chanel'in bir Alman komutan ile aşk yaşıyor olmasıydı. İşin kötü yanı, sevgilisine bilgi sağlamak için kendi çevresinden önemli bilgiler toplamaya çalışmasıydı.

Savaşın ardından Almanlara yardım eden (etmek zorunda kalan) tüm kadın ve erkekler meydanlarda saçları sıfıra vurularak, çıplak bir şekilde sürüklenmiş, ihanetlerinin bedeli halk tarafından ödetilmeye çalışılmıştır. Coco Chanel ise casusluğu sebebi ile karakola ifade vermeye çağrılmış, herhangi bir ceza almadan serbest kalmıştır. Ancak halk onun tasarımlarını boykot ederek yine de onu cezalandırmıştır. İsviçre'ye taşınmak ve orada yalnız bir yaşam sürmek zorunda kalmıştır.

Senelerce, bir zamanlar kasıp kavurduğu moda dünyasını uzaktan izlemiştir. Ta ki Paris'te bir defile düzenlemeye karar verinceye kadar. Onu bu defileyi düzenlemeye iten güç ise, kadınlar için tekrar abartılı bir moda yaratılmış olmasıydı. Gerçek şıklığın anahtarı olan sadelik ile buna karşı çıkacak ve tepkisini gösterecekti. Bu son defilesinde her ne kadar tasarımları başarılı olsa da Parisliler tarafından yine kabul görmemiştir. Fakat çalışan Amerikan kadınları tarafından farkedilen bu sade tasarımlar, Chanel markasının tekrar güçlenmesini ve zirveye çıkmasını sağlamıştır.

Başarı zamanla herşeyi unutturmuş ve Chanel markası birçok zorluğu geride bırakarak bugüne kadar gelmiştir.

Her sabah kullandığım Coco Chanel Mademoiselle parfümünü elime aldığımda artık güzel kokmak dışında başka şeyleri de düşünüyor oluyorum...


Belgesel 3: Ara Güler ve Maryam Şahinyan

Belgesel olmamakla birlikte bir belgesel izlemişçesine pekçok bilgi edindiğim için Ara Güler'in konuk olduğu Cüneyt Özdemir'in Soru-Yorum programını belgesel kategorisinin altına koydum. Ara Güler'in Galatasaray'daki cafesine senelerdir giderim. Ara ara Ara Güler'e de rastlarım Ara Cafe'de ;) Gözlemlerim neticesinde bende uyandırdığı izlenim, pek konuşkan olmadığı yönündeydi. Programdan sonra bu fikrim kesinlikle değişti. En basit sorulara karşılık bile anlatacak bir sürü hikayesi vardı. Bu hikayeleri paylaşırken patlattığı masum küfürler karşısında Cüneyt Özdemir'in gülme krizlerine yakalanması onun da program yapımcısından çok sohbetin karşı tarafı olarak ne kadar keyif aldığını gösteriyordu.

Program 1 saat 41 dakika ama izlerken "keşke 41 saat 1 dakika olsa" diyorsunuz. Onun için mutlaka ama mutlaka izleyin.


Cumartesi gecesi bu programı izledikten sonra Pazar sabahı yine Galatasaray'da fotoğrafçılık yapmış ama Ara Güler gibi meşhur ol(a)mamış Maryam Şahinyan'ı "Yaşamdan Dakikalar" programını izlerken keşfettim. Çekmiş olduğu fotoğraflardan oluşan çok güzel bir derleme ile hayatı anlatıldı.

1935-1985 yılları arasında Galatasaray'da genellikle gayrimüslüm ailelerin, kişilerin fotoğraflarını çekmiş. Hem ilginç hem de o dönemde bile bu dönemde olmayan özeni, medeniyeti gösterdiği için düşündürücü olan fotoğraflarını görme şansım oldu.

Melda Davran tarafından güzel bir şekilde hazırlanmış olan derlemenin sonunda ise Maryam Şahinyan'ın ilk çektiği fotoğrafa da yerverilmişti. Derleme bittiğinde programı yapan Nebil Özgentürk, Hıncal Uluç ve Sunay Akın gibi ben de donup kaldım. Neden mi? Öncelikle Maryam Şahinyan'ın ilk fotoğrafı olan toplu çekilmiş şu fotoğrafı bir inceleyin.

Şimdi fotoğraftaki herkesin neden somurttuğunu bulmaya çalışın. Bulamadıysanız sorunun cevabı şu video'nun sonunda; http://tvarsivi.com/player.php?i=2012020129899

Belgesel 3: Ara Güler ve Maryam Şahinyan

Belgesel olmamakla birlikte bir belgesel izlemişçesine pekçok bilgi edindiğim için Ara Güler'in konuk olduğu Cüneyt Özdemir'in Soru-Yorum programını belgesel kategorisinin altına koydum. Ara Güler'in Galatasaray'daki cafesine senelerdir giderim. Ara ara Ara Güler'e de rastlarım Ara Cafe'de ;) Gözlemlerim neticesinde bende uyandırdığı izlenim, pek konuşkan olmadığı yönündeydi. Programdan sonra bu fikrim kesinlikle değişti. En basit sorulara karşılık bile anlatacak bir sürü hikayesi vardı. Bu hikayeleri paylaşırken patlattığı masum küfürler karşısında Cüneyt Özdemir'in gülme krizlerine yakalanması onun da program yapımcısından çok sohbetin karşı tarafı olarak ne kadar keyif aldığını gösteriyordu.

Program 1 saat 41 dakika ama izlerken "keşke 41 saat 1 dakika olsa" diyorsunuz. Onun için mutlaka ama mutlaka izleyin.


Cumartesi gecesi bu programı izledikten sonra Pazar sabahı yine Galatasaray'da fotoğrafçılık yapmış ama Ara Güler gibi meşhur ol(a)mamış Maryam Şahinyan'ı "Yaşamdan Dakikalar" programını izlerken keşfettim. Çekmiş olduğu fotoğraflardan oluşan çok güzel bir derleme ile hayatı anlatıldı.

1935-1985 yılları arasında Galatasaray'da genellikle gayrimüslüm ailelerin, kişilerin fotoğraflarını çekmiş. Hem ilginç hem de o dönemde bile bu dönemde olmayan özeni, medeniyeti gösterdiği için düşündürücü olan fotoğraflarını görme şansım oldu.

Melda Davran tarafından güzel bir şekilde hazırlanmış olan derlemenin sonunda ise Maryam Şahinyan'ın ilk çektiği fotoğrafa da yerverilmişti. Derleme bittiğinde programı yapan Nebil Özgentürk, Hıncal Uluç ve Sunay Akın gibi ben de donup kaldım. Neden mi? Öncelikle Maryam Şahinyan'ın ilk fotoğrafı olan toplu çekilmiş şu fotoğrafı bir inceleyin.

Şimdi fotoğraftaki herkesin neden somurttuğunu bulmaya çalışın. Bulamadıysanız sorunun cevabı şu video'nun sonunda; http://tvarsivi.com/player.php?i=2012020129899

6 Şubat 2012 Pazartesi

Film 8: The Help

Kathryn Stockett’in romanından uyarlanan The Help filmini pek çok yönden To Kill a Mockingbird / Bülbülü Öldürmek kitabındaki hikayeye benzettim. Sanki kitaptaki küçük Scout büyümüş ve filmdeki Skeeter oluvermişti. Bu iki karakterin benzerlikleri ise beyaz olmalarına karşın, yaşadıkları dönemin bir tutumu olan siyahlara düşmanlığı ve onları hor görmeyi reddediyor olmalarıdır.
The Help, siyahi halka yapılan haksızlıkları en ince detayına kadar gözler önüne sermesine rağmen, kesinlikle ağır bir drama dönüşmüyor. Bu da bana göre hikayeyi diğer türlerine göre farklı kılıyor. The Help'i yüzünüzde gülümseme ile izleyebileceğiniz bir dram olarak özetleyebilirim.
 “Değişim bir fısıltı ile başlar.”
“Change begins with a whisper" 
The Help

Bülbülü Öldürmek kitabına gelince, kitapta en çok etkilendiğim karakter Atticus Finch'ti. Kitabı okurken bir insan nasıl bu kadar düzgün, mantıklı, sakin, ölçülü ve anlayışlı olabilir ki diye kendi kendime sorup durdum. Çocukları Scout ile Jem'i yetiştirirken onların çocuk olduğunu unutmadığı gibi kendilerine özgü kişilikleri olan bireyler olduklarını da asla atlamadı. Zaten kitabın en başında yazan "Avukatlar da bir zamanlar çocuktu" ifadesindeki gibi çocukluğunu unutmamış bir avukattı.

Kitabın konusuna gelince, bir yanda siyahları hor gören cahil ve ön yargılı kasaba halkı diğer yanda ise haksızlığa uğramış bir zenciyi savunan vicdan ve akıl sahibi bir avukat. Ve tüm bu çekişmelere tanıklık eden Scout ve Jem adında iki çocuğun hikayesini anlatıyor.

Boo Radley ise kitabın en az görünen ama en çok merak edilen karakteri. Tüm bu mücadele ve çekişmelerden kısacası dünyanın çirkinliğinden kendini soyutlamış ve evine kapanmış olmasına karşın, meraklı komşuları Scout ve Jem için ara sıra evinden çıkmak zorunda kalıyor. Onun, evinden çıktığı ender zamanlar ise kitabın en soluksuz okunan kısımları...
“Bence sadece tek bir ırk var. İnsan.”
I think there's just one kind of folks. Folks.”                    
Scout - To Kill a Mockingbird

Kitap, yazarı Harper Lee’ye Pulitzer ödülü kazandırırken, film ise 3 dalda Oscar ödülüne layık görülmüştür. Bu Oscar’lardan biri, Atticus Finch rolündeki Gregory Peck’in aldığı En İyi Erkek Aktör ödülüdür.

Not: To Kill a Mocking Bird / Bülbülü Öldürmek kitabını anımsamak için;

Film 8: The Help

Bu filmi pek çok yönden To Kill a Mocking Bird / Bülbülü Öldürmek kitabındaki hikayeye benzettim. Sanki kitaptaki küçük Scout büyümüş ve filmdeki Skeeter oluvermişti. Benzerlikleri ise her ikisinin de beyaz olmasına karşın yaşadıkları dönemin bir tutumu olan zencilere düşmanlığı ya da onları hor görmeyi reddediyor olmalarıdır.
Film zencilere yapılan haksızlıkları en ince detayına kadar gözler önüne sererken, kesinlikle ağır bir drama dönüşmüyor. Bu da bana göre hikayeyi diğer türlerine göre farklı kılıyor. Buradan yola çıkarak The Help'i hoşça vakit geçirebileceğiniz bir dram olarak özetleyebilirim.
Not: To Kill a Mocking Bird / Bülbülü Öldürmek kitabını anımsamak için;