29 Ocak 2012 Pazar

Belgesel 2: Extraordinary Women - Madame Chiang Kai Shek - 1/13

Madame Chiang Kai-Shek (1897-2003) Çin First Lady’si
“Kendi kaderimizi kendimiz yazarız, ne yaparsak oyuz”

NTV'nin 13 hafta boyunca her Pazar günü saat 22:00'de vereceği "Extraordinary Women / Olağanüstü Kadınlar" belgeselinin ilk bölümü olan 'Madame Chiang Kai Shek'i bu akşam izledim. Daha önce adını hiç duymamıştım ama bu bölümü izledikten sonra hem kendisi ve eşi hem de Çin'in tarihi hakkında bilgi sahibi oldum.

Kadınların evlendikten sonra bırakın siyasetle uğraşmak, kocasının koyduğu kurallar çerçevesinde sınırlı bir hayat yaşadığı bir dönemde Madame Chiang Kai Shek, kocasına siyaset ve başka bir çok konuda destek olmuştur. Amerika'da almış olduğu olağanüstü başarılı bir eğitimin ardından zaten bana göre aksi pek mümkün değilmiş. Çin halkını biraraya getirmek için hem içteki gruplarla hem Japonya ile mücadele etmişlerdir. Japonya'nın Pearl Harbor sebebi ile Amerika ile arasının açılmasını fırsat bilen Madame Chiang Kai Shek, Amerika'ya defalarca giderek Çin'e yardım sağlamayı başarmıştır. Tüm bunlara rağmen ülkedeki grupları biraraya getirememiş ve kocası ile birlikte Tayvan'a sürgün edilmişlerdir. Ta ki Chiang Kai Shek'in ölümüne kadar, siyaseti hiç bırakmamışlardır. Kocasının ölümünün ardından Amerika'ya yerleşmiştir. Amerika'da yaşadığı bu son döneminde kendini resme vermiştir. 105 yaşında da hayata veda etmiştir.

Madame Chiang Kai Shek'i tanımakla birlikte, bir kadının da en az erkekler kadar dünya siyasetinde söz söyleyebilme ve yön verebilme gücüne erişebildiklerini görmüş oldum.

Belgesel 2: Extraordinary Women - Madame Chiang Kai Shek - 1/13

Madame Chiang Kai-Shek (1897-2003) Çin First Lady’si
“Kendi kaderimizi kendimiz yazarız, ne yaparsak oyuz”

NTV'nin 13 hafta boyunca her Pazar günü saat 22:00'de vereceği "Extraordinary Women / Olağanüstü Kadınlar" belgeselinin ilk bölümü olan 'Madame Chiang Kai Shek'i bu akşam izledim. Daha önce adını hiç duymamıştım ama bu bölümü izledikten sonra hem kendisi ve eşi hem de Çin'in tarihi hakkında bilgi sahibi oldum.

Kadınların evlendikten sonra bırakın siyasetle uğraşmak, kocasının koyduğu kurallar çerçevesinde sınırlı bir hayat yaşadığı bir dönemde Madame Chiang Kai Shek, kocasına siyaset ve başka bir çok konuda destek olmuştur. Amerika'da almış olduğu olağanüstü başarılı bir eğitimin ardından zaten bana göre aksi pek mümkün değilmiş. Çin halkını biraraya getirmek için hem içteki gruplarla hem Japonya ile mücadele etmişlerdir. Japonya'nın Pearl Harbor sebebi ile Amerika ile arasının açılmasını fırsat bilen Madame Chiang Kai Shek, Amerika'ya defalarca giderek Çin'e yardım sağlamayı başarmıştır. Tüm bunlara rağmen ülkedeki grupları biraraya getirememiş ve kocası ile birlikte Tayvan'a sürgün edilmişlerdir. Ta ki Chiang Kai Shek'in ölümüne kadar, siyaseti hiç bırakmamışlardır. Kocasının ölümünün ardından Amerika'ya yerleşmiştir. Amerika'da yaşadığı bu son döneminde kendini resme vermiştir. 105 yaşında da hayata veda etmiştir.

Madame Chiang Kai Shek'i tanımakla birlikte, bir kadının da en az erkekler kadar dünya siyasetinde söz söyleyebilme ve yön verebilme gücüne erişebildiklerini görmüş oldum.

Müzikal 1: Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler



2012
PAMUK PRENSES
YILI





2012 Pamuk Prenses yılı, çünkü iki tane Hollywood yapımı Pamuk Prenses uyarlaması bu yıl gösterime girecek. Mirror Mirror, Julia Roberts'in kötü kraliçe olarak karşımıza çıkacağı ve daha çok komedi ağırlıklı bir film iken, Snow White and the Huntsman ise daha çok aksiyona dayalı bir film olacakmış. Buradaki kötü kraliçe ise Charlize Theron. İki filmin de fragmanlarını izledim ve özellikle kostümler sebebi ile Mirror Mirror'u daha bir sabırsızlıkla bekliyorum. Aynı zamanda, Mirror Mirror'u çeken The Fall'un yönetmeni olduğu için Snow White and the Huntsman'a göre bir adım daha öne geçiyor benim nazarımda. Yine de izleyip göreceğiz.

Bugün ise Ocak ayı henüz bitmeden, 2012 Pamuk Prenses Yılını kendi adıma açmış bulunuyorum; İş Sanat tarafından sahnelenen ve başrollerinde Pamela Spence (Kötü kraliçe) ve Akasya Asıltürkmen'in (Pamuk Prenses) oynadığı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'in aşağıdaki tanıtım yazısını, bir masal sever olarak okuyup da gitmemek olmazdı ;)

"Bir masalımız var size. Hem küçüklere, hem büyüklere; ne küçük, ne büyük, masal dinlemeyi sevenlere! Zaten masal dinlemeyi bıraktığı için yaşlanmaz mı insan? Biraz düş, biraz hayal, biraz gerçek, biraz yalan; masal olmadan akmaz ki zaman. Kim iyi, kim kötü, ne güzel, ne çirkin; masal yoksa nasıl karar versin insan? Bir varmış, bir yokmuş, bir olmamış, bir olmuş; masal bilmeyen kişi olur muymuş? Masal olmazsa nasıl uyunur akşam, masal olmazsa nasıl güzelleşir yaşam? Bir masalımız var size. Dinleyin eğlenin diye, izleyin düşünün diye, seyredin neşelenin diye…

Bir oyunumuz var size. Hem bilenlere, hem bilmeyenlere; bildiğini bir daha öğrenmek isteyenlere! Zaten öğrenmeyi bıraktığı için yaşlanmaz mı insan? Biraz akıl, biraz duygu, biraz zeka, biraz sezgi; oyun olmadan hiç geçmez ki zaman. Kim mutlu, kim mutsuz, kim umutlu, kim umutsuz; oyun yoksa nasıl anlar kendini insan? Biri güçmüş, biri kuşmuş, biri düşmüş, biri koşmuş; oyun oynamayan kişi olur muymuş? Oyun olmazsa nasıl gerçek olur rüya, oyun olmazsa nasıl değişebilir dünya? Bir oyunumuz var size. Gelin siz de bizimle oynayın diye, oynayın kendinizi bulun, oynayın birbirinizi sevin diye…

Bir öykümüz var size. Pamuk Prenses’in öyküsü; hemen üzülmeyin çok dinledim onu diye! Zaten bildiğini sandığı için yaşlanmaz mı insan? Biraz söz, biraz müzik, biraz dans, biraz taklit; tiyatro olmadan geçmez ki zaman. Kim aynı, kim farklı, kim haksız, kim haklı; öykü olmadan nasıl ayırt eder insan? Biri hizmetçi, öbürü ece, biri dev, diğeri cüce; öykü okumayan kişi olur muymuş? Öykü olmadan nasıl sıkıcı hayat, müzik olmadan yaşam ne kadar bayat; bir öykümüz var size, gelin birlikte izleyelim bütün çirkinliklere inat…"

aman pamuk aman aman
neler getirir insana zaman
korkma hiç yitirme umudunu
yeter ki güçlü ol yeter ki inan
kendine inanırsa kazanır insan

bir düş olmalı bu
bir düş ki içindeyim
ne mantık var ne gerçek
ne geçmiş ne de gelecek
bir düş ki içindeyim
artık başka biçimdeyim

Müzikal 1: Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler



2012
PAMUK PRENSES
YILI





2012 Pamuk Prenses yılı, çünkü iki tane Hollywood yapımı Pamuk Prenses uyarlaması bu yıl gösterime girecek. Mirror Mirror, Julia Roberts'in kötü kraliçe olarak karşımıza çıkacağı ve daha çok komedi ağırlıklı bir film iken, Snow White and the Huntsman ise daha çok aksiyona dayalı bir film olacakmış. Buradaki kötü kraliçe ise Charlize Theron. İki filmin de fragmanlarını izledim ve özellikle kostümler sebebi ile Mirror Mirror'u daha bir sabırsızlıkla bekliyorum. Aynı zamanda, Mirror Mirror'u çeken The Fall'un yönetmeni olduğu için Snow White and the Huntsman'a göre bir adım daha öne geçiyor benim nazarımda. Yine de izleyip göreceğiz.

Bugün ise Ocak ayı henüz bitmeden, 2012 Pamuk Prenses Yılını kendi adıma açmış bulunuyorum; İş Sanat tarafından sahnelenen ve başrollerinde Pamela Spence (Kötü kraliçe) ve Akasya Asıltürkmen'in (Pamuk Prenses) oynadığı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'in aşağıdaki tanıtım yazısını, bir masal sever olarak okuyup da gitmemek olmazdı ;)

"Bir masalımız var size. Hem küçüklere, hem büyüklere; ne küçük, ne büyük, masal dinlemeyi sevenlere! Zaten masal dinlemeyi bıraktığı için yaşlanmaz mı insan? Biraz düş, biraz hayal, biraz gerçek, biraz yalan; masal olmadan akmaz ki zaman. Kim iyi, kim kötü, ne güzel, ne çirkin; masal yoksa nasıl karar versin insan? Bir varmış, bir yokmuş, bir olmamış, bir olmuş; masal bilmeyen kişi olur muymuş? Masal olmazsa nasıl uyunur akşam, masal olmazsa nasıl güzelleşir yaşam? Bir masalımız var size. Dinleyin eğlenin diye, izleyin düşünün diye, seyredin neşelenin diye…

Bir oyunumuz var size. Hem bilenlere, hem bilmeyenlere; bildiğini bir daha öğrenmek isteyenlere! Zaten öğrenmeyi bıraktığı için yaşlanmaz mı insan? Biraz akıl, biraz duygu, biraz zeka, biraz sezgi; oyun olmadan hiç geçmez ki zaman. Kim mutlu, kim mutsuz, kim umutlu, kim umutsuz; oyun yoksa nasıl anlar kendini insan? Biri güçmüş, biri kuşmuş, biri düşmüş, biri koşmuş; oyun oynamayan kişi olur muymuş? Oyun olmazsa nasıl gerçek olur rüya, oyun olmazsa nasıl değişebilir dünya? Bir oyunumuz var size. Gelin siz de bizimle oynayın diye, oynayın kendinizi bulun, oynayın birbirinizi sevin diye…

Bir öykümüz var size. Pamuk Prenses’in öyküsü; hemen üzülmeyin çok dinledim onu diye! Zaten bildiğini sandığı için yaşlanmaz mı insan? Biraz söz, biraz müzik, biraz dans, biraz taklit; tiyatro olmadan geçmez ki zaman. Kim aynı, kim farklı, kim haksız, kim haklı; öykü olmadan nasıl ayırt eder insan? Biri hizmetçi, öbürü ece, biri dev, diğeri cüce; öykü okumayan kişi olur muymuş? Öykü olmadan nasıl sıkıcı hayat, müzik olmadan yaşam ne kadar bayat; bir öykümüz var size, gelin birlikte izleyelim bütün çirkinliklere inat…"

aman pamuk aman aman
neler getirir insana zaman
korkma hiç yitirme umudunu
yeter ki güçlü ol yeter ki inan
kendine inanırsa kazanır insan

bir düş olmalı bu
bir düş ki içindeyim
ne mantık var ne gerçek
ne geçmiş ne de gelecek
bir düş ki içindeyim
artık başka biçimdeyim

28 Ocak 2012 Cumartesi

Film 7: Kim Jong-ok Chatgi / Finding Mr. Destiny

Çoook uzuuuuuuun zamandır
Güney Kore filmi izlememiştim.

Ne kadar hata ettiğimi ise Finding Mr. Destiny'i
izlerken anladım;

Tanıdık, bildik, yormayan, içimi ısıtan ve en önemlisi izlerken dünyayı unutturan güzel bir film daha izlemiş oldum...

Film 7: Kim Jong-ok Chatgi / Finding Mr. Destiny

Çoook uzuuuuuuun zamandır
Güney Kore filmi izlememiştim.

Ne kadar hata ettiğimi ise Finding Mr. Destiny'i
izlerken anladım;

Tanıdık, bildik, yormayan, içimi ısıtan ve en önemlisi izlerken dünyayı unutturan güzel bir film daha izlemiş oldum...

27 Ocak 2012 Cuma

Film 6: Charlie and the Chocolate Factory (2.kez)

Charlie and the Chocolate Factory bir Tim Burton masalıdır. Tüm Tim Burton masallarında olduğu gibi tedirgin edici bir havası vardır.

Zaten masalları ikiye ayırmak lazım; Kimisi dünyanın toz pembe olduğu ve etrafta iyi kalpli perilerin gezdiği türden olanlar ve kimisi de Oz Büyücüsü ya da Hansel & Gretel'de olduğu gibi dinlerken ya da izlerken sürekli etrafı kolaçan etme isteği uyandıran türden olanlardır.

Film 6: Charlie and the Chocolate Factory (2.kez)

Charlie and the Chocolate Factory bir Tim Burton masalıdır. Tüm Tim Burton masallarında olduğu gibi tedirgin edici bir havası vardır.

Zaten masalları ikiye ayırmak lazım; Kimisi dünyanın toz pembe olduğu ve etrafta iyi kalpli perilerin gezdiği türden olanlar ve kimisi de Oz Büyücüsü ya da Hansel & Gretel'de olduğu gibi dinlerken ya da izlerken sürekli etrafı kolaçan etme isteği uyandıran türden olanlardır.

26 Ocak 2012 Perşembe

Film 5: Marley and Me

Hayatınıza giren ufak bir köpeğin sadece ufak bir köpek olmadığını, aynı zamanda sevgi, anlayış, paylaşma ve sorumluluğu da temsil ettiğini çok güzel bir şekilde anlatıyor bu film.

Bir ebeveyn her neye ebeveynlik yapıyor olursa olsun, eğer doğru değer yargılarına sahip ise hayatı, hem kendine hem de yetiştirdiklerine daha anlamlı kılabiliyor...

Film 5: Marley and Me

Hayatınıza giren ufak bir köpeğin sadece ufak bir köpek olmadığını, aynı zamanda sevgi, anlayış, paylaşma ve sorumluluğu da temsil ettiğini çok güzel bir şekilde anlatıyor bu film.

Bir ebeveyn her neye ebeveynlik yapıyor olursa olsun, eğer doğru değer yargılarına sahip ise hayatı, hem kendine hem de yetiştirdiklerine daha anlamlı kılabiliyor...

21 Ocak 2012 Cumartesi

Belgesel 1: Winning Time: Reggie Miller vs. The New York Knicks

NBA ligini hiçbir zaman takip etmedim. 1990'lı yıllardaki Indiana Pacers ile Newyork Knicks arasındaki ezeli mücadeleden de haliyle haberim yoktu. Bunu bilmememe rağmen belgeseli izlerken, sanki güncelmiş ve ben de sonucu değiştirebilirmişim gibi Indiana Pacers'ı desteklerken buldum kendimi. Yine aynı şekilde Reggie Miller'ı ve john Starks'ı tanımazken, Reggie'nin Starks'ı maçlarda zor durumda bırakması karşısında Reggie'ye sinirlenirken, daha sonra Reggie'nin saha kenarındaki sinir bozucu Spike Lee ile mücadelesinde ise Reggie'yi desteklerken buldum kendimi. Patrick Ewing'i ise cüssesine göre sevimli bulurken aynı zamanda da saygı duydum.

İşin ilginç yanı, bu rekabette her iki takımın da şampiyonluğa bir türlü ulaşamamasına rağmen ezeli rekabetleri belgesellere konu olmuştur. Bu da eminim 1990'larda bu mücadeleye tanıklık etmiş olanlar için bu belgeselin değerini paha biçilmez kılıyordur.

Belgesel 1: Winning Time: Reggie Miller vs. The New York Knicks

NBA ligini hiçbir zaman takip etmedim. 1990'lı yıllardaki Indiana Pacers ile Newyork Knicks arasındaki ezeli mücadeleden de haliyle haberim yoktu. Bunu bilmememe rağmen belgeseli izlerken, sanki güncelmiş ve ben de sonucu değiştirebilirmişim gibi Indiana Pacers'ı desteklerken buldum kendimi. Yine aynı şekilde Reggie Miller'ı ve john Starks'ı tanımazken, Reggie'nin Starks'ı maçlarda zor durumda bırakması karşısında Reggie'ye sinirlenirken, daha sonra Reggie'nin saha kenarındaki sinir bozucu Spike Lee ile mücadelesinde ise Reggie'yi desteklerken buldum kendimi. Patrick Ewing'i ise cüssesine göre sevimli bulurken aynı zamanda da saygı duydum.

İşin ilginç yanı, bu rekabette her iki takımın da şampiyonluğa bir türlü ulaşamamasına rağmen ezeli rekabetleri belgesellere konu olmuştur. Bu da eminim 1990'larda bu mücadeleye tanıklık etmiş olanlar için bu belgeselin değerini paha biçilmez kılıyordur.

17 Ocak 2012 Salı

Film 4: Leon: The Professional (2.defa)


Geçenlerde Ertuğrul Özkök köşe yazısında birçok ünlü ile tanıştığından bahsediyordu. O ünlülerden biri de Jean Reno'ymuş ve onun sadece Leon ile hatırlanıyor olmaktan rahatsızlık duyduğunu dile getirmişti. Ancak şöyle bir gerçek var ki, filmi izlerken Jean Reno'nun en iyi oyunculuğunu bu filmde sergilediğini ve sinema tarihinde de bir role seçilmiş en doğru aktör olduğunu düşünmüştüm. Bence Jean Reno, Leon'u kesinlikle diğer filmlerinin yanında bir dezavantaj olarak görmemeli akisine masterpiece'i olduğunu kabul etmeli ve her yerde her koşulda da bunun arkasında durmalıdır.
Jean Reno'dan bu kadar bahsetmişken Gary Oldman'in Leon'daki histerik polis karakterini daha az beğendiğim düşünülmesin. Film boyunca en az Mathilda kadar ondan ölesiye nefret ederken bir an rol yaptığını düşündüğümde ise o duyduğum nefret şiddetinde hayranlık duydum kendisine...
Mathilda yani Natalie Portman'a gelince, yaşına göre Jean Reno ve Gary Oldman'ın yanında olmanın hakkını sonuna kadar vermiştir.

Film 4: Leon: The Professional (2.defa)


Geçenlerde Ertuğrul Özkök köşe yazısında birçok ünlü ile tanıştığından bahsediyordu. O ünlülerden biri de Jean Reno'ymuş ve onun sadece Leon ile hatırlanıyor olmaktan rahatsızlık duyduğunu dile getirmişti. Ancak şöyle bir gerçek var ki, filmi izlerken Jean Reno'nun en iyi oyunculuğunu bu filmde sergilediğini ve sinema tarihinde de bir role seçilmiş en doğru aktör olduğunu düşünmüştüm. Bence Jean Reno, Leon'u kesinlikle diğer filmlerinin yanında bir dezavantaj olarak görmemeli akisine masterpiece'i olduğunu kabul etmeli ve her yerde her koşulda da bunun arkasında durmalıdır.
Jean Reno'dan bu kadar bahsetmişken Gary Oldman'in Leon'daki histerik polis karakterini daha az beğendiğim düşünülmesin. Film boyunca en az Mathilda kadar ondan ölesiye nefret ederken bir an rol yaptığını düşündüğümde ise o duyduğum nefret şiddetinde hayranlık duydum kendisine...
Mathilda yani Natalie Portman'a gelince, yaşına göre Jean Reno ve Gary Oldman'ın yanında olmanın hakkını sonuna kadar vermiştir.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Kitap 1: The Fountainhead - Ayn Rand

Aslında büyük çoğunluğunu 2011 yılında okuduğum bu kitabı bitirmek 2012 yılında kısmet olunca, yeni yılın ilk kitabı olarak listeye girmiş oldu. Genel olarak yeni yıla nasıl girerseniz, o yılın o şekilde geçeceğine dair bir inanç vardır. Ben de buradan yola çıkarak "Demek ki 2012'de The Fountainhead gibi kitaplar okuyacağım" sonucuna varıyorum. Nitekim öyle de oluyor. Çünkü bu kitabı daha okurken, katıldığım bir toplantı odasındaki raflarda tesadüfen Ayn Rand'in "Atlas Struggled" kitabını gördüm ve bu kitaptan hemen sonra da ona başlamaya karar verdim. Üstelik Atlas Struggled'ın önsözünde Ayn Rand, The Faountainhead'in Atlas Struggled'ın öncüsü olduğundan bahsetmiş. Yani sıralama adına da bir sıkıntım olmayacak...

Gelelim The Fountainhead'e...

Bu kitabı keşfetmem ise internette kitabın başkahramanı Howard Roark hakkında bir yazı okumamla başladı. Daha doğrusu yazının hepsini okumadım. Çünkü yazının daha ilk satırlarında Howard için yazılanlar, onu merak etmem için yetti de arttı bile. Gerisini kendim okuyup, anlamaya karar verdim. Kitap her ne kadar bir roman olsa da okurken birşeylerin alttan alta empoze edildiğini daha doğrusu içten içe kitapta Howard karakteri üzerinden verilen hayata bakışa, yaklaşma eğilimi göstermeye başladığımı keşfettim. Sanki ne kadar Howardlaşırsam o kadar iyi ve ne kadar Peter Keating olursam o kadar kötü olacakmışım gibi hissetmeye başladım. Nitekim kitabı tamamlayıp, gerek kitap gerekse Ayn Rand hakkında daha fazla araştırma yapınca bu kitabı ve diğer kitapları ile birlikte Objektivizm felsefesi ile tanındığını öğrendim. O zaman taşlar bir nebze yerine oturdu.

Halen okumamış olan varsa hem güzel bir roman okumak adına hem de hayata bakışı tekrar sorgulamak ve belki de değiştirmek için iyi bir fırsat.

Kitap 1: The Fountainhead - Ayn Rand

Aslında büyük çoğunluğunu 2011 yılında okuduğum bu kitabı bitirmek 2012 yılında kısmet olunca, yeni yılın ilk kitabı olarak listeye girmiş oldu. Genel olarak yeni yıla nasıl girerseniz, o yılın o şekilde geçeceğine dair bir inanç vardır. Ben de buradan yola çıkarak "Demek ki 2012'de The Fountainhead gibi kitaplar okuyacağım" sonucuna varıyorum. Nitekim öyle de oluyor. Çünkü bu kitabı daha okurken, katıldığım bir toplantı odasındaki raflarda tesadüfen Ayn Rand'in "Atlas Struggled" kitabını gördüm ve bu kitaptan hemen sonra da ona başlamaya karar verdim. Üstelik Atlas Struggled'ın önsözünde Ayn Rand, The Faountainhead'in Atlas Struggled'ın öncüsü olduğundan bahsetmiş. Yani sıralama adına da bir sıkıntım olmayacak...

Gelelim The Fountainhead'e...

Bu kitabı keşfetmem ise internette kitabın başkahramanı Howard Roark hakkında bir yazı okumamla başladı. Daha doğrusu yazının hepsini okumadım. Çünkü yazının daha ilk satırlarında Howard için yazılanlar, onu merak etmem için yetti de arttı bile. Gerisini kendim okuyup, anlamaya karar verdim. Kitap her ne kadar bir roman olsa da okurken birşeylerin alttan alta empoze edildiğini daha doğrusu içten içe kitapta Howard karakteri üzerinden verilen hayata bakışa, yaklaşma eğilimi göstermeye başladığımı keşfettim. Sanki ne kadar Howardlaşırsam o kadar iyi ve ne kadar Peter Keating olursam o kadar kötü olacakmışım gibi hissetmeye başladım. Nitekim kitabı tamamlayıp, gerek kitap gerekse Ayn Rand hakkında daha fazla araştırma yapınca bu kitabı ve diğer kitapları ile birlikte Objektivizm felsefesi ile tanındığını öğrendim. O zaman taşlar bir nebze yerine oturdu.

Halen okumamış olan varsa hem güzel bir roman okumak adına hem de hayata bakışı tekrar sorgulamak ve belki de değiştirmek için iyi bir fırsat.

Film 3: The Future

Amerikan filmleri ile Avrupa filmleri arasında bariz bir farklılık vardır. Amerikan filmlerini izlemek kolaydır, giriş - gelişme - sonuç üçgenine sadık kalırlar. Görselliğe ise herşeyden çok önem verirler. Güzel aktör ve aktrisler, gerçek olamayacak kadar renkli ve canlı sahneler hep Amerikan filmlerindedir. Avrupa filmleri ise çoğu zaman sıkıcılıkla suçlanır. Renkler her zaman cömert olarak kullanılmaz. Başrolün illa çok güzel ya da yakışıklı olması gerekmez. Film, giriş gelişme sonuç üçgeni yerine senaristin ve ona elçilik eden yönetmenin kafasının içindekiler ile şekillenir.

Tüm bu karşılaştırmalarımın nedeni ise "The Future"ın Amerikalı Miranda July'nin yazdığı, yönettiği ve oynadığı bir Avrupa filmi olmasıdır. İki kutbun biraraya gelmesinden olsa gerek dağınık bir film ortaya çıkmış. Ara ara hoş sahneler olsa da filmin geneli için aynı şeyi söylemek zor. Hatta en azından Miranda July'inin daha önce yine yazdığı, yönettiği ve oynadığı "Me and You and Everyone We Know" filminden daha başarılı bir film umuyordum ama açıkçası umduğumu bulamadım.

The End

Film 3: The Future

Amerikan filmleri ile Avrupa filmleri arasında bariz bir farklılık vardır. Amerikan filmlerini izlemek kolaydır, giriş - gelişme - sonuç üçgenine sadık kalırlar. Görselliğe ise herşeyden çok önem verirler. Güzel aktör ve aktrisler, gerçek olamayacak kadar renkli ve canlı sahneler hep Amerikan filmlerindedir. Avrupa filmleri ise çoğu zaman sıkıcılıkla suçlanır. Renkler her zaman cömert olarak kullanılmaz. Başrolün illa çok güzel ya da yakışıklı olması gerekmez. Film, giriş gelişme sonuç üçgeni yerine senaristin ve ona elçilik eden yönetmenin kafasının içindekiler ile şekillenir.

Tüm bu karşılaştırmalarımın nedeni ise "The Future"ın Amerikalı Miranda July'nin yazdığı, yönettiği ve oynadığı bir Avrupa filmi olmasıdır. İki kutbun biraraya gelmesinden olsa gerek dağınık bir film ortaya çıkmış. Ara ara hoş sahneler olsa da filmin geneli için aynı şeyi söylemek zor. Hatta en azından Miranda July'inin daha önce yine yazdığı, yönettiği ve oynadığı "Me and You and Everyone We Know" filminden daha başarılı bir film umuyordum ama açıkçası umduğumu bulamadım.

The End

5 Ocak 2012 Perşembe

Opera 1: Seville Berberi

Gioachino ROSSINI'nin 1816 yılından beri sahnelenen, 2 perdelik Seville Berberi'ni, Süreyya Operası'nda izledim. Seville Berberi konu itibariyle tam bir klasik; Kont Almaviva, Rosina’ya aşık olur. Berber Figaro’nun da yardımıyla Rosina’nın servetinde gözü olan Doktor Bartolo’yu alt ederek Rosina'ya kavuşmaya çalışır.

Gerek Süreyya Operası'nın ortamı gerekse eserin geçtiği döneme özgü dekor ve kostümler, yaşadığımız dünyayı unutturarak bambaşka bir yüzyılda gibi hissetmemi sağladı. Her ne kadar 1.perdenin sonunda ayrılanlar olsa da bence başarılı ve sonuna kadar izlenmesi gereken bir eserdi. Seville berberi Figaro'yu canlandıran Alp KÖKSAL'ın çok başarılı olduğunu da özellikle belirtmek gerekir.

Opera 1: Seville Berberi

Gioachino ROSSINI'nin 1816 yılından beri sahnelenen, 2 perdelik Seville Berberi'ni, Süreyya Operası'nda izledim. Seville Berberi konu itibariyle tam bir klasik; Kont Almaviva, Rosina’ya aşık olur. Berber Figaro’nun da yardımıyla Rosina’nın servetinde gözü olan Doktor Bartolo’yu alt ederek Rosina'ya kavuşmaya çalışır.

Gerek Süreyya Operası'nın ortamı gerekse eserin geçtiği döneme özgü dekor ve kostümler, yaşadığımız dünyayı unutturarak bambaşka bir yüzyılda gibi hissetmemi sağladı. Her ne kadar 1.perdenin sonunda ayrılanlar olsa da bence başarılı ve sonuna kadar izlenmesi gereken bir eserdi. Seville berberi Figaro'yu canlandıran Alp KÖKSAL'ın çok başarılı olduğunu da özellikle belirtmek gerekir.

3 Ocak 2012 Salı

Film 1: Yedi Kocalı Hürmüz

Yedi Kocalı Hürmüz'ün müzikal ve dans ağırlıklı yeni çevrimi gayet hoş olmuş. Özellikle Hürmüz'ün kocaları ile konuşurken her birinin dilinden konuşuyor olması güzel bir ayrıntı ve önceki filmlere göre de farklılık olmuştur.

Ezel Akay'ın bir başka filmi olan "Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?" filminde olduğu gibi konunun geçtiği mekanların, diyalogların kendine özgü bir havası olması, yönetmenin Türk masalları yaratma konusundaki başarısının tesadüf olmadığını göstermektedir.

Film 2: Korkusuz Korkak (Tekrar)

Kemal Sunal, pekçok filminde olduğu gibi yine toplumsal çarpıklıkları, haksızlıkları kendi usulünce anlatmaya çalışmıştır. Mülayim karakteri ile mülayim olunca nasıl hakkınızın yendiğini ve mülayim olmaktan vazgeçip aksine hareket ettiğinizde engellerin nasıl birbir ortadan kalktığını göstermiştir. Şimdi mülayim olmak kötü mü? "MESELA YANİ" ;)

Film 1: Yedi Kocalı Hürmüz

Yedi Kocalı Hürmüz'ün müzikal ve dans ağırlıklı yeni çevrimi gayet hoş olmuş. Özellikle Hürmüz'ün kocaları ile konuşurken her birinin dilinden konuşuyor olması güzel bir ayrıntı ve önceki filmlere göre de farklılık olmuştur.

Ezel Akay'ın bir başka filmi olan "Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?" filminde olduğu gibi konunun geçtiği mekanların, diyalogların kendine özgü bir havası olması, yönetmenin Türk masalları yaratma konusundaki başarısının tesadüf olmadığını göstermektedir.

Film 2: Korkusuz Korkak (Tekrar)

Kemal Sunal, pekçok filminde olduğu gibi yine toplumsal çarpıklıkları, haksızlıkları kendi usulünce anlatmaya çalışmıştır. Mülayim karakteri ile mülayim olunca nasıl hakkınızın yendiğini ve mülayim olmaktan vazgeçip aksine hareket ettiğinizde engellerin nasıl birbir ortadan kalktığını göstermiştir. Şimdi mülayim olmak kötü mü? "MESELA YANİ" ;)