22 Aralık 2012 Cumartesi

Film 32: Cloud Atlas


Filmin hızlı hızlı değişen sahnelerini, yakalayıp henüz anlamlandıramadan değişen repliklerini, aynı oyuncuların farklı farklı rollerde olmasını, değişik zamanlarda geçen ayrı hikayeleri takip etmek başta zor olsa da, ilk 10 dakikadan sonra bu hızlı tempo içerisinde taşlar yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. 

Filmdeki altı hikaye, gerek konu gerekse karakterler açısından ayrı ayrı filmler çıkabilecek kadar sağlamdı. Bu hikayelerin tek bir filmde birleşmesi ve birbiri ile de yine aynı şekilde sağlam bağlantılar kurulmuş olması, filmi gayet tatmin edici kılmış.

"Herşey birbiri ile bağlantılıdır" mottasından yola çıkan filmde, hangi devirde olursa olsun toplumu etkileyen olguların değişmediğini, iyilik - kötülük, özgürlük - kölelik, zenginlik - fakirlik, toplum - birey gibi kavramların çatışmasının hep varolduğunu ve asıl önemli olanın ise her ne kadar bir bütünün parçaları olsak da bu bütünü değiştirmenin yine bireyden başladığının unutulmaması gerektiğini bir kez daha anımsatıyordu.

Tom Hanks, Halle Berry, Hugo Weaving, Susan Sarandon, Hugh Grant gibi pek çok ünlü oyuncunun olduğu filmin yönetmenleri ise Wachowski Kardeşler ile Tom Tykver. Kısacası, mutlaka izlenmeli...

Kitap 13: Ben / Anthem - Ayn Rand

Ayn Rand, en önem verdiği kavram olan BEN'i, ben kelimesinden hiç haberi olmayan bir topluluğun hikayesi üzerinden anlatmıştır. 

Zekice kullandığı birinci tekil şahıssız dil ile kendisine olan hayranlığım daha da arttı. 

Diğer kitaplarına göre bu sefer anlattıklarını oldukça kısa tutmuş ama yine de etkileyici olmayı başarmıştır.

The Fountainhead hakkındaki yorumum için;

The Fountainhead'den sonra okunması gereken Atlas Shrugged hakkındaki yorumum için;

Film 31:Ruby Sparks


Bir gün temiz bir sayfa uzatılıp idealinizdeki kişiyi yazmanız istense... Ardından da bu kişi tam da tarif ettiğiniz özellikleriyle hayatınıza girse... Yazmaya devam eder mi yoksa ilk istediğiniz halindeki gibi kalmasına izin verir misiniz?

Bu soruların cevabı için film izlenmeli ama benim cevabımı soracak olursanız; Sevdiğiniz birini değiştirmeye çalışıyorsanız sorun onda değil sizdedir. ;)

Film 30: Uzun Hikaye (2 kez)


Haksızlığa hiç mi hiç tahammülü olmayan Sosyalist Ali'nin, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar misali kasabadan kasabaya taşınmak zorunda kalışı ama her nerede ve şartta olursa olsun ilkelerinden asla vazgeçmediğinin hikayesidir. 

“Paylaşmak sosyalistlikse sosyalistim! İlle de bir isim takacaksanız; haktan, eşitlikten, alınterinden yanayım!”


Sosyalist Ali'nin karşılaştığı tüm zorlukları geride bırakması, hep yeniden başlayabilme azmi ve disiplinine hayran oldum. Bir insanın gülümsemesi bu kadar can acıtır mı, trenlerin dumanları hep böyle bulut bulut mu ve neden hep insanlar bu kadar zalim gibi bir sürü soru kafamın içinde dolaştı durdu.  

- Trenle mi gideceğiz?.
- Tabi, bilmiyo musun bütün hikayeler trenle başlar.

.
Ayrıca aşkın, mutluluğun karmaşık formülasyonlardan ya da beklentilerden oluşmadığını aksine gayet sade ve çok değerli olduğunu naiflikle anlattı.

“Paltolar, ayakkabılar eskir; benim aşık olduğum, sen eskime!”


"Uzun Hikaye" deyip geçemeyeceğiniz, her anının keyfini çıkarmaktan memnuniyet ve mutluluk duyacağınız dört dörtlük bir film. 

"Kaderin yayı kurulu durur, vakti gelince boşalır."


Son olarak;

"Kitapların da kaderi vardır."

10 Kasım 2012 Cumartesi

Kitap 12: Mozart'ı Kim Öldürdü? Haydn'ın Kafasını Kim Kesti? - Ernst Wilhelm Heine


Aşağıdaki bölümlerden oluşan toplam 83 sayfalık bir kitap ama her bölüm bittikten sonra konularla ilgili bir sürü detayı araştırma isteği uyandırıyor. Tam yazarın anlatımına ve konulara alışmışken yani tadı damağınızdayken de bitiveriyor. Keşke aynı konular daha uzun anlatılsa, ölümü merak ve kuşku uyandıran başka ünlülerin hikayeleri de eklenerek kitap genişletilseydi. Şimdilik bu kadarını bile şiddetle tavsiye ederim...


Mozart'ı kim öldürdü?


Haydn'ın kafasını kim kesti?


Paganini neden sustu?


Çaykovski'yi ölüme kim gönderdi?


Hector Berlioz'a kim yardım etti?


Duncan nasıl boğularak öldü?

9 Kasım 2012 Cuma

Kitap 11: İçimizdeki Şeytan - Sabahattin Ali


Sabahattin Ali, bu romanında günlük mücadeleler ile boğuşmakta olan sade ve gösterişsiz karakterler seçmiş. Kendi halinde olan bu kişilerin içinde bile, engel ve hakim olamadıkları bir şeytan mefhumu olduğunu, bunda da suçun kişinin kendisinde mi yoksa şeytanda mı olduğunu sorgulatıyor...


İçimizdeki Şeytan kavramını yazarın kendi sözleri ile şöyle özetleyebiliriz;

"İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizdeki şeytan yok... İçimizdeki aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."

Kitaptan sevdiğim bölümler;

"Demek hayat böyle iki adım gerisi  görülmeyen  sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi?"

"Böyle bir geceyi bütün varlığımızla içemeyişimizin sebebi kafamızı birçok saçma şeylerin doldurmuş olmasıdır. On bin, yirmi bin sene evvelki insanlar gibi olabilsek, tabiatı onların gözüyle görsek muhakkak ki şimdi burada böyle sükûnet ile oturamazdık. Onlar güneşi, ayı, falanca büyük tepeyi veya filan bulutu ve yıldırımı babalarının hayrına mı Allah yaptılar? Onlar tabiatta saklı duran ruhu bizden iyi anlamışlardır. Halbuki bizim bunu yapmamıza imkan yok. Mini mini kafalarımızı ukalaca kitaplar, birbirinden çürük bilgiler, neticesi olmayan hesaplar ve Allah kahretsin, karma karışık menfaat düşünceleri dolduruyor... Söyle, hangi ilim, hangi şiir, hangi aşk, hangi develet bu manzaradan daha güzel, daha muhteşemdir? Buna rağmen burnumuzu kaldırmadan bozuk kaldırımlarda yürüyüp gitmekte devam ediyoruz. Dünyadaki insanların acaba kaç binde biri şu anda başını aya çevirmiştir? Halbuki o her şeyi, herkesi görüyor ve gafletimizin üstüne o tatlı, o iyi tebessümünü serpiyor. Dikkatle baksam onun parlak çehresi üzerinde birçok şeyler göreceğimi zannediyorum. Şu dakikada sarı nehir üzerindeki kayıklarında uyuyan yorgun kulileri, iri Hindistan cevizi ağaçlarının dalları arasında tüneyen papağanları, başlarını Nil'in kırmızı sahillerine yaslayarak dinlenen timsahları ve herhangi büyük bir şehrin herhangi bir eğlence bahçesinde sevgilisini belinden kavrayan sarhoş kibarzadeleri aydınlatan hep aynı ışıktır. Halbuki ne kadar masum bir yüzü var; harp meydanlarında bağırsaklarını avuçlayarak ölenleri, apartman kapılarının önüne bırakılan çöp tenekelerini karıştırıp gıda arayanları, aynı geceden ikinci aşığını pencereden içeri almaya çalışanları gördüğü halde güzelliğini ve saffetini muhafaza edebiliyor. Bizler, her gördüğümüz fenalığın ve rezaletin bir parçasını ruhumuzda ebediyen beraber taşımaya mahkûm insanlar onun yanında ne kadar zavallı ve küçük şeyleriz..."

"Bunları bırakalım ve etrafımıza bakalım. Her şey nasıl birbiri içinde erimiş gibi. Şu anda şu kayığı denizden ayırmak mümkün müdür? Parmakların ele bitiştiği gibi bu yumuşak sulara yapışmamış mı? İnsan nasıl olur da şu karşımızdaki ışıkların küçük bir hareketle söndürülebileceğine inanır? Bulundukları yere ebediyen mıhlanmış gibi durmuyorlar mı?... Ve biz... Kendimizi bu geceden ayırmaya muktedir miyiz?  Fakat ne garip, şimdi küreklere sarılarak sahile dönmeye ve insan kokan sokaklardan geçerek evlerimize gitmeye mecburuz." 

"Ne aradığımızı bilmeden aramak... Şimdi içim rahat, aradığını bulan ve başka bir şey istemeyen biri gibi sükûnet içindeyim... Dünyada bundan büyük saadet olur mu?"

"Müşkül vaziyette kalan bir insan için böyle hükümler verilir mi? Asıl iyilik; tanımadıklarımıza yaptığımız iyiliktir, halbuki biz bütün hüsnüniyetimizi dostlarımıza saklayıp bunların dışında kalanları bir çırpıda ve kısa bir hükümle fena addediyoruz!.."

"Çalmak ne demek? Ne garip kelimeler kullanıyorsun. İnsanları anlamakta hâlâ pek gerisin. Zannediyorsun  ki, hepimiz birer makineyiz ve evvelden kurulduğumuz gibi işleriz. Bir yerde bir bozukluk oldu mu, derhal orayı söküp atmak lazım!.. En kuvvetli insanın bile bazen ne kadar zayıf anları, istediğinin tam aksini yapmaya mecbur olduğu dakikaları bulunduğunu nasıl inkar edebiliriz? Böyle hadiseler hiç kimseyi olduğundan daha fena , yahut daha iyi yapamaz."

"Ben hiç bir müziğin, içerisinde güzel, kuvvetli, heyecanlı taraflar bulunan hiç bir sanat şubesinin şekil mülahazaları yüzünden düşmanı olamam. Sanat bir ifadedir, her devir, her medeniyet başka türlü duyar ve pek tabiî olarak başka türlü ifade eder." 

"İnsanların en zayıf tarafları, sormadan araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır."

"Enteresan şey..." dedi. "Umumiyetle para enteresan bir şeydir zaten. Çok kere cebimden bir lira alır, önüme koyarak onu saatlerce seyrederim. Hiç bir fevkaladeliği yok Bir takım hünerli çizgiler, tıpkı mekteplerdeki resmi hattî vazifeleri gibi. Belki biraz daha ince ve karışık... Sonra bir resim. Birkaç satır muhtasar yazı ve bir iki imza... Üzerine biraz fazla eğilince insanın burnuna ağır bir yağ ve kir kokusu vurur. Fakat ne muazzam şeydir bu kirli kağıt azizim, bir düşün!"

6 Kasım 2012 Salı

Film 29: Restless



Kanser hastalığına yakalanmış olan Annabel ile cenaze törenlerine gitmeyi kendine göre sebeplerle alışkanlık haline getirmiş olan Enoch'un yolları bir cenaze töreninde kesişir. Enoch'un yolu Annabel'den önce II.Dünya Savaşı’nda Kamikaze pilotu olan Japon Hiroshi ile de kesişmiştir. Hiroshi'nin Annabel'den farkı ise ölmek üzere değil çoktan ölmüş olan bir hayalet olmasıdır.


Film çok durağan ilerlese de dingin bir havası olduğundan kopamıyorsunuz. Film boyunca en etkilendiğim sahne ise hayalet Hiroshi'nin şu mektubu okuduğu sahneydi;

"Bu mektubu yazarken, okyanustan esen serin rüzgâr tenime çarpıyor. Bu okyanus yakında mezarım olacak. Bir kahraman olarak öleceğimi söylüyorlar. Kendimi feda etmemin ülkemin onurunu ve güvenliğini sağlayacağını da. Umarım haklıdırlar.
.
Hayattaki tek pişmanlığım sana hislerimi söyleyememem. Keşke evimde olsaydım. Keşke elini tutsaydım. Keşke seni ne kadar çok sevdiğimi söyleseydim ve çocukluğumdan beri sadece seni sevdiğimi. Ama yapamam. Anladım ki; kolay olan ölmekmiş. Zor olansa sevmek. Uçağım düşerken, düşmanlarımın yüzlerini göremeyeceğim. Bense, yağmur suyundaki donmuş siyah kayalar gibi gözlerini görmeyi yeğlerim. Hedeflerimizin arasına dalarken, 'Banzai!' diye bağırmamızı söylüyorlar. Bense, adını fısıldamayı yeğleyeceğim. Hayatta ve ölümde daima senin olacağım."

"As I write this letter, the ocean breeze feels cool on my skin. That very ocean is soon to be my grave. They tell me I will die a hero. That the safety and honor of my country will be the reward for my sacrifice. I pray they are right.

My only regret in life is never telling you how I feel. I wish I were back home. I wish I were holding your hand. I wish I were telling you that I have loved you and only you, since I was a boy. But I'm not. I see now that death is easy. It is love that is hard. As my plane dives, I will not see the face of my enemies. I will instead see your eyes, like black rocks frozen in rainwater. They tell us that we must scream, "Banzai!" as we plunge into our target. I will instead whisper your name. And in death, as in life, I will remain forever yours."

Hiroshi Takahashi

4 Kasım 2012 Pazar

Film 28: Moonrise Kingdom


Çocuklukla gençlik arasındaki ince çizgide gidip gelen ve aşklarını da aynı şekilde gitgeller ile yaşayan iki gencin başından geçenleri izlerken, en az onlar kadar yetişkinleri de sorgulayacaksınız...

Görsellik açısından oldukça özenli ve sevimli olan bu yol hikayesi, boş bir zamanda izlenebilir.

16 Ekim 2012 Salı

Alice & Catshire


Alice: Lütfen söyler misin, buradan hangi yöne gitmem gerek?

Bu gerçekten de nereye varmak istediğine bağlı, dedi kedi.

Neresi olduğu çok da umurumda değil, dedi Alice.

O zaman hangi yöne gittiğin fark etmez, dedi kedi.

Bir yere varayım da, diye açıkladı Alice.

Tabii ki varırsın, dedi kedi. Eğer yeterince uzun yürürsen...

7 Ekim 2012 Pazar

Kitap 10: Kalemimin Sapını Gülle Donattım - Ferhan Şensoy

"bir ırmak kıyısında doğdum ben
bir ırmak romanıdır bu
hem el yazması
elle tutulan
elde var birinci cilt"

Ferhan Şensoy'un Galatasaray Lisesi'ndeki yılları ile anlatmaya başladığı, çocukluğundan söz etmek için sık sık Samsun Çarşamba'yı diline doladığı, gençlik yılları ile birlikte İstanbul ve çoğunlukla da yurtdışındaki anılarını yazdığı hayat hikayesi Kalemimin Sapını Gülle Donattım, gençliğin cilvelerinden biri olan askerlik sebebi ile yurda geri çağrılması ile son buluyor. 2001 yılında tamamladığı bu kitabın ardından devamı niteliğinde olan Başkaldıran Kurşunkalem ise tam 11 yıl sonra tamamlanmıştır. 

Film 27: Prensesin Uykusu


Prensesin Uykusuyum 

Ben kimin uydusuyum, uymadı mı sorgusuyum
Hala eski duygusuyum, prensesin uykusuyum

Bir avuntu dolgusuyum, terk eder beni korkusuyum
Hala eski duygusuyum, prensesin uykusuyum

Uyanmaz mı... bana gelince zaman durmaz mı
Uykusuz, rüyasız, bana gelince hayat neden masalsız... bilmem

Bir masalın yokmuşuyum, ben hiç ben olmuş muyum
Hala aynı duygusuyum, prensesin uykusuyum

Redd'in, Çağan Irmak'a ilham veren şarkısındaki "hayat neden masalsız, bilmem" kısmına cevap niteliğinde, hayatın gerçeklerini göğüslerken çocukluğumuzu yani saflığımızı ve naifliğimizi kaybetmezsek, masalsı da yaşanabileceğini anlatan, öğreten bir hikaye olmuş Prensesin Uykusu.

Aziz, kütüphanede çalışan ve yetimhaneden beri arkadaş olduğu Neşet ile aynı evi paylaşan, hayata hep gülümseyerek bakan biridir. Yeni komşuları Seçil ve kızı Gizem'in mahalleye taşınması ile birlikte kader, hepsini aynı masalın içine sürükler.

"Küçük canavarların, perilerin ve çoğu zaman da çıplak gerçeğin tam ortasındaydılar. Kaderi değiştirmek için bir kahramana ihtiyaçları vardı. Ama bu kahraman daha öncekilere benzemiyordu." 

Kahraman daha öncekilere hiç benzemediği için doğal olarak, masal da öncekilere hiç mi hiç benzemiyordu. Korku veren hayaletlere, canavarlara hatta ve hatta ölüme bile kafa tutar nitelikteydi.

"Uyandırmak için bir masal anlatıyorum sana. Dünyadaki bütün masalların aksine. Uyanınca okunacak bir masal, bizim masalımız. Dünyanın tüm masallarının tersine." 


Özellikle Aziz'in, çocukluğunda şahit olduğu kötü olay karşısında ağlamaması, metanetle karşılıyor olması bana Kuyucaklı Yusuf'un çocukluğunu anımsattı. Hatta çekilen sahne, kitabı okuduğumda gözümde canlandırmış olduğum sahneye de çok benziyordu. Sabahattin Ali, bahsettiğim sahnedeki duyguyu anlatmak için şu sözleri kullanmıştı;

"Çocuğun bu metaneti orada bulunanların kalbini parçalıyordu. Zaten, bir felakete sükûn ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir. Kuru ve sabit gözlerin arkasında, nasıl bir ateşin yandığı; yavaşça inip kalkan göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için, insan mütemadi bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür..."

Çağan Irmak ise bu sahneyi anlatmak için herkesi çizgilere bürümüştür, gerçek olamayacak kadar gerçek olduğundan olsa gerek...




"Kader değiştirilemez, değiştirilirse kader olmaz diyenler var. Olmasın varsın. Hiçbir şeyin değiştirilmeyeceği bir dünyada yaşamak ne umutsuzca olurdu, öyle değil mi? Başına gelmiş kötü bir olay, öyle bir gün gelir ki olması gerektiği için olmuş ve daha iyi bir şeye neden yaratmıştır. Bilemezsin."

Siz siz olun işaretleri takip edin...

Film 26: KaranlıktakileR


Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilemediğim bir hikaye ile karşılaştım. Posteri ve fragmanını gördüğümde yeni dönem Türk korku filmlerine benzetmiş, film boyunca da esrarengiz ve olağandışı olaylarla boğuşulacağını düşünmüştüm. Yanılmışım. Aksine her şey fazlasıyla durağan, rutin, yalın ve gerçekti.


Psikolojik sorunları sebebi ile evden dışarı çıkmaya korkan bir anne ile bir ajansta getir götür işleri yapan oğlunun günlük yaşamına birebir tanık oluyoruz. Annesinin halet-i ruhiyesi sebebi ile artık kendi psikolojisi de bozulmuş olan adam, annesinden intikam almak istercesine onu ne kadar az tolere ediyorsa, evin dışındakileri yani aydınlıktakileri ise o kadar fazla tolere eder hale gelmiştir. Bu da anne - oğul arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla da iki kişilik hayatlarını daha çekilmez bir hale getirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Bu çekilmez hayatın nedenlerini, nasıllarını ve en önemlisi nasıl sonuçlanacağını görmek için izlenmesi gereken bir hikaye olduğunu düşünüyorum.


Alıp başını gitmeyi, sorumluluk sahibi olmayı, yalnızlığı, çaresizliği, tükenmişliği, umutsuzlukla umut arasındaki ince çizgiyi ve daha bir çok şeyi ifade etmesi açısından filmde en sevdiğim bölüm, Egemen'in uçurumun başında düşünceli düşünceli durduğu sahnelerdir.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Film 25: Hanyo - The Housemaid

Güney Kore sinemasının romantik, romantik-komedi ve dramlarını ne kadar beğeniyorsam gerilim, korku ve intikam hikayelerinden bir o kadar hoşlanmıyorum. Maalesef Hanyo da bu savımı güçlendirerek, bir gerilim filmi olarak hoşlanmadıklarım arasındaki yerini aldı.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Film 24: The Flowers of War


Geling Yan'ın romanından uyarlanan film, Japonların Nanjing çıkarması sırasında Çin'de yaptıkları katliamları konu alıyor. Diğer savaş filmlerindeki gibi ordular tarafından yapılan planların, taaruzların ve muharebelerin anlatılması yerine, savaş sırasında Çin'deki bir kilisede yaşananlar üzerinden büyük resim gösterilmeye çalışılmıştır. 

Nanjing'deki bu kilisede, Çinli kız öğrenciler ve kilisenin ölen rahibinin yardımcısı olan bir çocuk vardır. Amerikalı bir cenaze levazımatçısının da yolu bu kiliseye düşünce, öğrenciler onu kendilerini Nanjing'ten çıkarması için ikna etmeye çalışırlar. Ancak o, Japon askerlerinin insafsızlığını bildiği için bu teklife pek sıcak bakmaz. Tam bu sırada, kiliseye bir de Çinli hayat kadınları sığınır. Onlar da Amerikalı'dan aynı şeyi talep ederler. Başta Çinli kızlar ile hayat kadınları arasında çekişmeler olsa da, Japon askerlerinin kiliseye saldırması ile birlikte, asıl düşmanın dışarıda olduğunu tekrar anımsarlar ve oradan kaçış planları için birlikte hareket etmeleri gerektiğini anlarlar. 



Filmin konusu kadar görsel anlatımı da olağanüstüydü. Görselliğin bu kadar iyi olmasında hayat kadınlarının güzelliği ve birbirinden renkli kıyafetlerinin etkisi fazla olsa da, yönetmen Yimou Zhang bir çatışma ya da bir bombalama sahnesinde bile renkleri ustalıkla kullanarak, diğer savaş filmlerine göre yine farklılık yaratmıştır.


Yimou Zhang'ın daha önce üç kez izlediğim ve en sevdiğim aşk filmleri arasında olan "House of Flying Daggers" filmi için yorumum: http://oceanlandtoo.blogspot.com/2011/01/film-4-house-of-flying-daggers-3kez.html

Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali Belgeseli Gösterime Giriyor...


"Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali" isimli bir belgeselin gösterime girdiğini okuduğumda, sevdiğim bir yazarın yaşam hikayesini (maalesef kötü bir şekilde sonlandığını bilsem de) izleme şansı yakalayacağım ve henüz onu okumamış kişilerin de onu keşfedebilecek olması sebebi ile çok sevindim.

Sabahattin Ali'nin okuduğum ilk romanı Kürk Mantolu Madonna'ydı. Bu kitabı okuduktan sonra, sizin için önemi olsun ya da olmasın, tanıyın ya da tanımayın etrafınızdaki herkese "Acaba onun da böyle bir hikayesi var mıdır?" diye bakarken buluyorsunuz. Sadece kendi bakış açımız ile insanları yorumlamanın, belirli kalıplara sokmanın kendimizi kandırmaktan başka bir şey olmadığını da çok nazikçe yüzümüze vuruyor bu romanı ile...


Kürk Mantolu Madonna'dan sevdiğim bölümler;

"Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!"

"Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte tarafı hep teferruattı. "

"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insani hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldigimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?"

"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar."

"Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir."


Sabahattin Ali'nin okuduğum bir diğer romanı ise "Kuyucaklı Yusuf"tur. Bu kitabın konusunu ve karakterlerini, Emily Bronte'un "Uğultulu Tepeler" romanındakilere benzetmiştim. Farklı kültür, farklı zaman ve farklı diller ile yazılmış bu romanların ortak yönlerini bir tek ben mi farkettim diye merak ederek, bir araştırma yapmış ve Nihan Kaya'nın Fildişi Kuyu isimli kitabında bu benzerliğe yer verilerek bir karşılaştırma yapılmış olduğunu görmüştüm.

Kuyucaklı Yusuf'tan sevdiğim bölümler:

"Çocuğun bu metaneti orada bulunanların kalbini parçalıyordu. Zaten, bir felakete sükûn ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir. Kuru ve sabit gözlerin arkasında, nasıl bir ateşin yandığı; yavaşça inip kalkan göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için, insan mütemadi bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür..."

"Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkan ile evlenirler. Tabii bu evlenmede herhangi bir müşterek hayattan ziyade, erkek için evde bir kadın bulunması; kız için de 'münasipçe bir kısmet' varken kaçırılmaması düşünülmüştür.."

"...Anası onu gezmeye götürürken bir saat saçlarını düzeltmeye uğraştığı halde, ne anasının ne babasının aklına bu kafanın içi ile meşgul olmak düşüncesi gelmemişti. Onlar işportaya konulan bir elma gibi onu süsleyip temizlemişler, parlatmışlar, sonra yağlı bir müşteriye okutmuşlardı. Kız yetiştirmekten gaye bu değil miydi?"

Son olarak Sabahattin Ali'nin "İçimizdeki Şeytan" kitabını okuyup, tüm romanlarını tamamlamış olduktan sonra "Sabah Yıldızı" belgeselini izlemek istiyorum. 

Kitap 9: Montaigne - Denemeler


Montaigne, Denemeler'inde sadece ve sadece kendini anlatmak istemiştir. Bunu kendini beğenmişlikten ya da anlatacak çok hikayesi olduğundan değil, hayatı boyunca kendini gözlemleyip, çözmeye çalışması ile paralel olarak tespit ettiklerini paylaşmak istediğindendir. 

Gerçekten durup düşününce, bir çok film izliyor, bir çok kitap okuyor, tonlarca şeye şahit oluyor ve gözlemliyoruz. Ancak hep karşı tarafı anlamaya, yorumlamaya, çözmeye çalışıyoruz. Kendimizi ise kendi dışımızdakiler kadar iyi gözlemlemiyor, bir başka ifade ile üçüncü bir göz ile kendimizi dıştan hemen hemen hiç göremiyoruz. Denemeler'in bu anlamda bir yol gösterici ve Montaigne nazırında kişinin aslında kendi farkındalığını anlaması açısından da oldukça faydalı olduğunu düşünüyorum.

Denemeler'den sevdiğim bir bölüm;

Mutluluğun Bize Göreliği

Zenginlik bize ne iyilik eder, ne kötülük: Her ikisi için de malzeme verir bize. Ondan daha güçlü olan ruhumuz ve malzemeyi dilediği gibi evirir, çevirir ve kullanır; mutlu ya da mutsuz oluşunun tek nedeni ve sorumlusu kendisidir. 

Dış varlığımız tadını ve rengini iç varlığımızdan alır; nasıl ki giysilerimiz bizi kendi sıcaklıklarıyla değil bizim sıcaklığımızla ısıtırlar: Onu koruyup beslemektir yalnız görevleri. Onları soğuk bir bedene giydirirseniz, soğukluğu korur ve beslerler: Kar ve buz öyle saklanır...

Hiçbir şey kendiliğinden ne o kadar üzücüdür, ne de zor. Bizim gevşekliğimiz, güçsüzlüğümüzdür ona bu niteliği veren. Büyük ve yüksek şeyleri görebilmek için onlara göre bir ruhumuz olması gerekir; yoksa kendi çamurumuzu görürüz onlarda. Doğru bir kürek suda eğri görünür. Önemli olan bir şeyin görülmesi değildir yalnız, nasıl görüldüğü de önemlidir. 

21 Eylül 2012 Cuma

Film 26: Snow White and the Huntsman


Bu senenin başında 2012 yılını "Pamuk Prenses Yılı" ilan etmiş ve önceden haberdar olduğum ve beni çok heyecanlandıran tüm yapımları izleme kararı almıştım. İş Sanat tarafından sahnelenen Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Müzikali ile başladım, Mirror Mirror filmi ile devam ettim ve Snow White and the Huntsman filmi ile de artık sonlandırmış oldum.

"Mirror Mirror" filmi hikayeyi aşırı eğlenceli anlatmayı seçerken "Snow White and the Huntsman" filmi de aşırı ciddi anlatmayı seçmiş ve bana göre her ikisi de gerçek hikayeyi tam anlamıyla vermekte başarılı olamamışlardır. 

Oysa ben, tıpkı Anneannemin anlattığı masalları dinlerken ki gibi eğlenirken şaşırmayı, şaşırmışken ürkmeyi, ürkerken gerilmeyi, gerilmişken de bir "böö" sesiyle yine eğlenmeyi bekliyordum ama olmadı.


Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Müzikali hakkındaki yorumum:

Mirror Mirror hakkındaki yorumum:

Film 25: Listen to Your Heart


İşitme engelli bir kız (Ariana) ile müzisyen bir gencin (Danny) aşk hikayesinin anlatıldığı ve film isminin de bu sebeple çok anlamlı olduğu duygusal bir film. 

Özellikle Danny'nin hayata bakışını, hem kendi yaşamını hem de başkalarının yaşamını anlamlı hale getirmesini (sürekli sol omzundan ona yoldan çıkmasını fısıldayan yüzeysel ve muzip arkadaşına rağmen), doğru bildiği yoldan ve tarzdan hiç ödün vermemesini çok sevdim.

20 Eylül 2012 Perşembe

Film 23: Pulp Fiction


Pulp Fiction, özellikle diyalogları açısından beni benden alan bir film oldu. İzlemekten çok sesli kitap dinliyormuşum gibi hissettim çoğu yerde. Tabi böyle söylemekle filmde yaratılmış karakterlere ve onlara hayat veren oyunculuklara da haksızlık etmek istemem. Her anlamda dopdolu bir filmdi. Halen benim gibi izlememiş olanlar varsa Tarantino'nun bu başyapıtını kaçırmasın.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Film 22: The Fountainhead


Kitabı okuyup filmi izleyenler için kısa bir özet ancak kitabı okumamışlar için kesinlikle uzak durulması gereken bir film. Çünkü ne Howard Roark'u tam olarak anlatabiliyor (ki bu zamana kadar yaratılmış en iyi karakter olduğunu düşünüyorum) ne de vermek istediği mesajları tam olarak verebiliyor...

Kitap hakkındaki yorumum için;

The Fountainhead'den sonra okunması gereken Atlas Shrugged hakkındaki yorumum için;

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Film 21: Tangled



Rapunzel'in hikayesi
Tangled (Karmakarışık)
 filmi ile 
tekrar hayat buldu...




Filmdeki diyaloglar, şarkılar, karakterler, çizimler inanılmaz derecede güzeldi. İzlerken yer yer  maceraya sürükleniyor, yer yer duygusal anlar yaşıyor ve sıkça da gülüyorsunuz. Siz de masalları seviyorsanız bu dört dörtlük müzikal animasyonu sakın kaçırmayın.

Kitap 8: Die Tarnowska - Kontes - Hans Habe


Hans Habe'nin Ağdakiler kitabını çok beğendiğim için daha sonrasında Binlerce Şehit, İlona son olarak da Kontes kitabını okudum. Kontes kitabının içeriğinden çok yazılma hikayesi bana daha ilginç geldi. Yazarın kendi kaleminden önsözde bu süreç şöyle anlatılmış;

"Anılarım 1930 yılına geri gidiyor. Viyana'dayım. Baykuşa benzeyen bir dostum vardı. Baoul Korty'di adı. Adına bazen tarih kitaplarının resim altlarında rastlanır. Korty resimler biriktiriyordu. Renoir, Degas ya da Picasso resimleri değil, fotoğraflardı bunlar. Bir milyon fotoğraf biriktirmişti. Onları Picasso'nun dünyayı saran resimlerinden çok severdi. O kadar ki, fotoğrafları hep yanında, kendisi için bulundurmak istiyordu. Onların neyin nesi kimin fesi olduğunu sadece o bilirdi. Ölünce bir milyon fotoğraf yakılabilirdi.

Günün birinde, onun koleksiyonunun içine daldım. Elime bir fotoğraf geçti. Bir türlü etkisinden kurtulamadım. Yüzyılımızın başlarında giyilene özgü bir dul giysisi içinde bir kadın. Büyüleyici bir yaratıktı. Venedik Adliye Sarayı'nın merdivenlerinden yukarı çıkarken, yanındaki Napolyon tipi üniformalı karabinalılar ona eşlik ediyorlar. Arkada Mosta Sarayı. Bir cinayetin sanığı mı, tanığı mıydı; öldürülen bir erkeğin dul karısı mı yoksa? Hayır, Korty'nin dediğine göre bir katil kadındı o. Öldürtmüş olduğu adamın yasını tutuyordu. İlk olarak işte o zaman Kontes Tarnovska'nın adını duymuştum.

O vakitler yirmisinde bile değildim. Aradan otuz yılı aşkın bir zaman geçti. Tarnovska'nın yazgısını incelemek istedim. Belgeler topladım ve yitirdim. Yazgım geçmişin dostu değilmiş. Derken Venedik'e yeniden yolum düşünce, o yitik fotoğrafın anısı sardı beni. Yüzyılımızın başları , zamanımızın bu çocukluk yılları, kendi çocukluğumuz gibi bilmece dolu bu zamanlar hep ilgimi çekmiştir. Bir antikacıda "Tarnovska'nın Anıları" yazılı rengi uçuk bir kitap elime geçti. Carducci'nin kadın dostu Vivanti Chartres yayınlamıştı. Zor bulunur, solgun yaprakları gibi derme çatma bir belge. İki yüz altmış dokuzuncu sayfada Korty'de görmüş olduğum fotoğraf. Artık gerçeği öğrenmem gerekiyordu. 

...

Her romancı kendine: Neden kitap yazıyorum, diye sorar. Daha doğrusu onu neden yazmış bulunduğunu. 

Bir akıntının yanında duran, bilir ki, şu soruyla karşı karşıyadır; Nereden çıkmakta akıntı, nereye akmaktadır? Akıntı boyunca yürümek, kentleri ve köprüleri, ormanları geçerek ülkeyi bir uçtan öte uca kesmek özlemi sarar kişiyi. Doğanın onu  nerede dar boğazlara sıkıştırdığını, nerede alabildiğine özgür kıldığını, nerede sindirdiğini, nerede durdurduğunu görmek duygusudur bu. Herkesi kimi zaman akıntı olabilmek özlemi sarar, tutuşturur. Ama kaynakların çok azına yol açılmaktadır. Kaynağa giden yol, romancı için zorlama ve acıma doludur. 

...

Otuz yıl önce gördüğüm fotoğraf, akıntının uçucu bir görünümüydü. Kaynağına dönük özlem, oradan fışkırıp yayılıverdi."

Ascona, Ticino
1962 yazı
Hans Habe

Film 20: Ameros Peros


Paramparça Aşklar ve Köpekler olarak bizde gösterime girmiş olan bu filmi gecikmeli de olsa izlemiş oldum. 

Hızlı hızlı değişen kareler, renklerin kırmızı-turuncu ağırlıklı çarpıcılığı, hikaye ile örtüşerek bütünde etkileyici bir sonuç ortaya çıkarıyor. 

Hikaye ise üç ana bölümden oluşuyor ama verilen detayları takip etmek bölümler arası kopukluğu engelliyor. Bana göre ilk bölüm mücadele, ikinci bölüm sinir bozukluğu ve üçüncü bölüm ise dingin bir intikam ateşini temsil ediyor...

Film 19: The Man from Earth (2.kez)


Filmi ilk izlememin üzerinden 4 yıl geçmesine karşın pek çok diyaloğu ve detayı anımsıyordum. Bunun sebebi hafızamın güçlü olmasından çok filmin vermek istediği mesajı çok yalın ve net bir şekilde verebiliyor olmasıdır.


Tüm film bir evde geçiyor ve 14.000 yıldır yaşadığını iddia eden bir tarih profesörüne  karşı diğer akademisyen arkadaşlarının (antropolog, din bilimci, arkeolog, psikolog, biyolog, dil bilimci ve bir öğrenci) bu tezi çürütmeye çalışmasını konu alıyor. Bu karşılıklı ispat sürecinde de biz izleyenlere görev olarak varoluş ve inanç kavramlarını tekrar sorgulamak kalıyor...